Sosyal Ağlarda Biz
English French German Spain Italian Dutch Russian Portuguese Japanese Korean Arabic Chinese Simplified

++Sitene Ekle

31 Mayıs 2015 Pazar

TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN SIRRI BİLDİREN İLİM:LEDÜN İLMİ VE SIRLARI

TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN SIRRI BİLDİREN İLİM:LEDÜN İLMİ VE SIRLARI


LEDÜN İLMİ
  • “GÖRÜLEMEYEN BİLGİ"
  • BİLMEDİKLERİN
  • "ESMÂ İLMİ"
  • TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN SIRRI BİLDİREN İLİM
Ledün ilmi okuyarak öğrenilmez
Sual: Ledün [bâtın] ilmini nasıl öğrenirim?

CEVAP
Ledün ilmi veya ilm-i ledün, okuyarak öğrenilmez. Allahü teâlânın ihsanı ile kalbe ilham edilen, ilahi sırlara ait bilgilerdir. Görünüşte, akla ve nakle zıt gelebilir. İlm-i ledün sahibi olanlar, hadiselerdeki gizli sırları ve hikmetleri bilir. Kur'an-ı kerimde, (Kehf) suresinde bu husus açıkça bildirilmiştir.

LEDÜN İLMİNİ UYGULAYACAK OLAN BİRİ BU  GERÇEKLERİ, HAKİKATLERİ BİLMELİDİR 

HER İNSAN ALLAHI TEMSİL EDER...HER İNSAN  ALLAH'IN YERYÜZÜNDEKİ HALİFESİR..KİŞİ GÜZEL AHLAKLA YA ALLAHI AHLAKLI GÜZEL GÖSTERİR YA DA HAŞA ALLAH'I KÖTÜ ÇİRKİN GÖSTERİR..BU YÜZDEN İNSANLAR BİRİNE HAKARET EDERKEN ÇİRKİN SÖZ SÖYLERDEN YA DA AHLAKSIZLIK YAPARKEN KİMİNLE MUHATAP OLDUĞUNU İYİ DÜŞÜNMELİ..BİRİNE GÜZEL BİR SÖZ SÖYLEDİĞİMİZDE HAKİKATTE ALLAH'A SÖYLEMİŞ OLURUZ...BİRİSİNİ SEVDİĞİMİZDE HAKİKATTE ALLAHI SEVMİŞ OLURUZ.BİRİNİ İNCİTTİĞİMİZDE HAKİKATTE ALLAHI İNCİTMİŞ ALLAHIN GAZABINI ÜSTÜMÜZE ÇEKMİŞ OLURUZ...

LEDÜN İLMİNİ UYGULYACAK OLAN KİŞİ HER TÜRLÜ ÇİRKİN SÖZE SABRETMELİ BU OLAY HİÇ YAŞANMAMIŞ GİBİ HAREKET ETMELİ ...
BAŞINA GELEN HER TÜRLÜ HAYRI ALLAH'IN VERDİĞİNİ BİLMELİ BAŞINA GELEN HER TÜRLÜ SIKINTININ DA KENDİ HATA VE GÜNAHINDAN KAYNAKLANDIĞINI ANLAMALIDIR..

LEDÜN İLMİNİ UYGULAYACAK OLAN BİR KİŞİ EŞYANIN VE MADDENİN HAKİKATİNİ İYİ BİLMELİ...
HAKİKATTE AĞAÇLAR ,TOPRAKLAR, BİTKİLER,EŞYALAR,TEKNOLOJİK ARAÇLAR, ARABALAR,  ELBİSELER, CANLI CANSIZ BÜTÜN VARLIKLAR HATTA KAN VE VÜCUT HÜCRELERİ ALLAHI TESBİH EDER..BİZ ONLARIN DİLİNİ ANLAMADIĞIMIZ İÇİN BİZE ANLAMSIZ GELİR ..


Her kelimenin tek manası olmaz. Bâtın kelimesi de öyledir. Bâtın esma-i hüsnadan, yani Allahü teâlânın isimlerindendir. Kur’an-ı kerimde mealen, (O evveldir, âhirdir, zâhirdir ve bâtındır, O, her şeyi bilendir) buyuruluyor. (Hadid 3) 

Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Din bilgisi iki kısımdır: 1- Kalbde olan faydalı ilimler. 2- Dil ile anlatılan zahiri ilimler.)[Hatib, Süyuti]

(Elbette Kur’anın zahiri ve bâtıni manası vardır.)
 [İbni Hibban]

(Bâtın ilmi, Allahü teâlânın esrarından bir sır, hikmetlerinden bir hükümdür. Allah onu kullarından dilediğinin kalbine bırakır.) 
[Deylemi, Süyuti, Münavi]

(Zahir ve bâtın ilminde âlim olanlar, enbiyanın vârisleridirler.) 
[M. Nasihat]

(Öyle ilimler vardır ki, çok gizlidir. Bunları, ancak marifet sahipleri bilir.) [M. Nasihat]

Taha suresinin (Rabbim ilmimi arttır de) mealindeki 114. âyeti, bâtın ilminin artmasını istemek olduğu tefsirlerde bildirilmektedir.

Abdülgani Nablusi
 hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Malik buyurdu ki:
(İlmi zahire malik olan, ilmi bâtına kavuşabilir. Zahir bilgisi olan kimse, ilmi ile amel ederse, Allahü teala, ona bâtın bilgisi ihsan eder.)

Ali bin Muhammed Vefanın ârifane sözlerine şaşırıp kalan imam-ı Ömer Bülkini, bunları nereden öğrendin deyince, Bekara suresindeki, (Allah’tan korkun! Allahü teâlâ, kendinden korkanlara bilmediklerini öğretir) mealindeki 282. âyeti okudu.

Ebu Talibi Mekki buyurdu ki:
(İlm-i zahir ile ilm-i bâtın, birbirlerinden ayrılmazlar. Beden ile kalbin birlikte bulunması gibidirler. Bâtın ilimleri, arifin kalbinden kalblere akar.)

(Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) 
hadis-i şerifi ile bildirilen âlimler, bildikleri ile amel eden, takva sahibi olan, Peygamberlerdeki ilimlerin hepsine kavuşan hakiki âlimlerdir.

İmam-ı Münavi, imam-ı Gazali’den naklen bildiriyor ki:
Ahiret bilgisi iki türlüdür: Biri keşifle hasıl olur. Buna İlmi mükaşefe [İlmi bâtın] denir. Bütün ilimler, bu ilme kavuşmak için sebeplerdir. İkincisi İlmi muameledir. İlmi bâtından nasibi olmayanın imansız gitmesinden korkulur. Bundan nasip almanın en aşağısı, bu ilme inanmaktır. Bid’at ehline bâtın ilmi nasip olmaz. Bâtın bilgisi, temiz kalblerde hasıl olan bir nurdur. (Öyle ilimler vardır ki, çok gizlidirler. Bunları, ancak marifet sahipleri bilir)hadis-i şerifi, bâtın ilimlerini göstermektedir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını doğru yapabilmek için herkese lazım olan İlmi hâl bilgileri öğrenilip amel edilince, ilmi bâtın hasıl olabilir. (Hadika)

Kur’an-ı kerimden iki kıssa
Abdülgani Nablusi
 hazretleri buyuruyor ki:
İlmi bâtından habersiz olanlar, tasavvuf kitaplarını okuyunca, âriflerin sözlerini küfür ve sapıklık sanıyorlar. Anlamadıkları marifet bilgilerine inanmıyorlar. İbni Arabi, Abdülkadir Geylani, Mevlana Celaleddin Rumi, Seyyid Ahmed Bedevi, imam-ı Şarani ve imam-ı Busayri gibi tasavvuf büyüklerine dil uzatıyorlar. Bâtın bilgilerine inanmayan Muhammed aleyhisselamın dininin sırlarına inanmamış olur. Böyle kimseye bid’at ehli ve sapık denir.(Hadika)

Süleyman aleyhisselam, “Sebe Melikesinin tahtını bana kim getirebilir?” dedi. Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce, onu getiririm, buna gücüm yeter” dedi. İlmi ledün [ilmi bâtın] sahibi olan vezir Asaf bin Berhiya ise, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi ve bir anda getirdi. (Neml 38-40)

[Vezir de, cin de peygamber değildi. Vezir bu işi kerametle yapmıştı. Cin müslüman ise kerametle, kâfir ise sihirle yapacaktı.]

Kehf suresinde ledün [bâtın] ilmi hakkında bahsedilen kıssa özetle şöyledir:
Hazret-i Musa, “Ya Rabbi, bâtın ilmini bilen zatı nerede bulurum?” diye sordu. Allahü teâlâ da, “Ya Musa, yola çık, çantana koyduğun balık canlanıp denize gittiği yerde, onu bulursun” buyurdu. Hazret-i Musa, Hazret-i Yuşa ile yola çıktı. Bir pınarın yanına geldiler. Bu pınar âb-ı hayat idi. Bu suya dokunan ölü canlanırdı. Bu sudan bir damla balığa değince, balık canlanıp denize gitti.

Hazret-i Musa, denilen yerdeki zatı görüp ona, “Bana bâtın ilmini öğretir misin?” dedi. O zat, “Allahü teâlânın bana öğrettiği ilmin hepsini sen bilmezsin. Bu yüzden de yaptıklarıma sabredemezsin” dedi. Hazret-i Musa, “İnşallah beni sabredenlerden bulursun” dedi. O zat, “Ya Musa, tuhafına gitse de, yaptıklarımdan bana bir şey sormayacaksın” dedi.

O zat, ücretsiz bindikleri gemiyi delince, günahsız çocuğu öldürünce ve bir duvarı ücretsiz yapınca Hazret-i Musa sebebini sordu. O zat, “Gemiciler on kardeşti. Geminin kazancı ile geçiniyorlardı. Bir derebeyi, sağlam gemileri gasp ediyordu. Bu geminin arızalı olduğunu duyunca almaktan vazgeçecekti. Biz de iyiliğe iyilik ettik. Günahsız çocuğun ana babası salih idi. Çocuk büyüyünce, küfre zorlayıp ana babasına zulüm ve işkence edecekti. Bunun yerine neslinden 70 peygamber meydana gelecek hayırlı bir evlat vermesi için dua ettim. Doğrulttuğum duvar, yetimlere aitti. Babaları duvarın altına bir hazine saklamıştı. Duvarı düzeltmeseydim, yıkılıp hazine meydana çıkacak, başkaları alacaktı. Yetimlere de bir iyilik etmiş olduk.

Musa aleyhisselama ilm-i bâtından bahseden o zatın evliyadan Hazret-i Hızır olduğu bildirilmiştir. Kur'an-ı kerimdeki bu iki kıssa, bâtın ilmine sahip keramet ehlinin bulunduğunu açıkça bildirmektedir. İlm-i bâtın, ilm-i zahirden ayrılmaz. Her ikisine kavuşanlara, Ulema-i rasihin denir.

Hazret-i Ebu Hüreyre, (Resulullahtan iki ilim aldım. Birini size bildirdim. İkincisini bildirmedim, çünkü anlayamazsınız) dedi. Birincisi, İlm-i zahir, ikincisi İlm-i bâtın’dır. Bunu ancak, evliya ve sıddıklar bilir.


Ehl-i tasavvuf, duyu, akıl ve tecrübe dışında, bir de ilm-i ledün kabul ederler. İlm-i ledün, vehbî bir ilimdir. Hz. Hızır’ın ilminden bahseden ayetteki “Ledün” kelimesinden hareketle, bu isim verilmiştir. Böyle bir bilgi, özel bir bilgidir. Bu bilgi, olayların iç yüzüne vukufiyeti sağlar. Bir çeşit gayb bilgisi, sırlar bilgisidir.
Mutasavvıflar dinî ilimleri biri zahir, di­ğeri bâtın olmak üzere ikiye ayırır; ha­dis, fıkıh ve kelâm gibi ilimlere zahir ilimleri, tasavvufa da bâtın ümi adını ve­rirler. Zahirî ilimlerle meşgul olanlara za­hir ulemâsı, rüsum ulemâsı ve ehl-i za­hir, kendilerine de bâtın ulemâsı ve ehl-i bâtın derler.
Mutasavvıflara göre naslardaki gizli mânaları, ibadetlerin manevî ve ahlâkî özünü, varlık ve olayların arka­sındaki sırlan açıklığa kavuşturan bâtın ilmi gizlidir ve onu halka açıklamak caiz değildir. Çünkü halk bu yüksek ilmi ve ondaki ince mânaları ya anlayamaz ve­ya yanlış anlar. Bu yüzden bâtın ilmi an­cak zeki, yetenekli, istekli ve kalp gözü açık kimselere öğretilir. Bâtın ilmini işaretle değil sözle anlatan İlk süfî Zünnûn el-Mısrî'dir (ö. 245/859). Fakat o bu ilmi sadece kendisine inananlara anlatmaktaydı. Cüneyd-i Bağdadî bu ilmi mahzenlerde ve kapalı kapılar ardında öğretiyordu. Tasavvuf tarihinde bâtın ilminden kürsülerde açık­ça bahseden ilk sûfînin Şiblî olduğu söy­lenir.(1) Bununla beraber bâ­tın ilmi geniş ölçüde her zaman gizli öğ­retilmiş, bu anlayış tarikatlarda da de­vam ettirilmiştir.
Mutasavvıflara göre bâtın ilmi İslâm'­dan ayrı ve onun dışında bir ilim değil­dir. Bu ilim esasen nasların derîn ve ince mânalarından ibaret olup Hz. Peygamber tarafından bazı sahâbîlere öğretil­miştir. Nitekim onun. sırdaşı (sâhibü sırri'n-nebî) Huzeyfe b. Yemân'a bazı sırlar tevdi ettiği, ayrıca Ebû Hüreyre'nin, "Hz. Peygamber'den iki ilim öğrendim; birini yaydım, öbürünü saklı tuttum, onu da yaysaydım başımı keserlerdi" dediği ri­vayet edilir(2). Hz. Peygamber'in dinde fakih olması için dua ettiği İbn Abbas'ın ilminin de bâtın ilmi olduğu söylenir.
Cüneyd-i Bağdadî, Hz. Musa'nın Hızır'­dan öğrendiği "ledün ilmi"(3) ile Hz. Ali'nin (ra) bildiği bâtın ilmi­nin aynı şey olduğunu söyler. Serrâc'a göre Kur'an'ın, hadisin ve İslâm'ın da za­hir ve bâtını vardır. Geniş anlamıyla şe­riat ilmi bu ikisini de ihtiva eder.
Gazzâli na­maz, oruç, zekât, hac ve Kur'an tilâveti gibi bütün ibadetlerin bir zahirî, bir de bâtınî yönü bulunduğunu ifade ederek zahirî amel-bâtınî amel, zahirî hüküm -bâtınî hüküm, zahirî edep-bâtınî edep, zahirî temizlik-bâtınî temizlik gibi ikili ayırımlar yapar. Meselâ ona göre rükû'un zahirî mânası eğilmek, bâtınî mâna­sı saygı göstermektir. Zahirî mâna be­den, bâtınî mâna ruh gibi olduğundan bâtınî yönü gerçekleşmeyen ibadetler cansız sayılır.
Kelâmcılar bilgi kaynağı olarak akıl ve beş duyu ile haber-i sâdık içinde dü­şündükleri peygamberlere gelen vahiy ve ilhamı kabul ederler. Gazzâlî, Râzî, Âmidî gibi müteahhir devir kelâmciları mu­tasavvıfların keşf, ilham, bâtın ilmi gibi deyimlerle ifade ettikleri bilgileri de bil­gi kaynağı olarak kabul etmekle birlik­te, bu tür sübjektif bilgileri vehim ve kuruntulardan ayırabilmek için bunların Kitap ve Sünnete uygunluğunu esas al­mışlardır. Kelâmcıların bu görüşü aslın­da süfîlerin, "zahire aykırı düşen her şey bâtıldır" il­kesinin değişik bir şekilde ifade edilme­sinden başka bir şey değildir. Teftâzâninin, "İlhamla ilim hâsıl olursa da bu ilim herkes için bir delil teşkil etmez" sözü bu konuda kelâmcıların ortak gö­rüşlerinin özeti sayılabilir.(4)
Şu nokta da unutulmamalıdır ki; insan kalbi, Rahmanî ilhamlara alıcı olduğu gibi, şeytanî vesveselere de açıktır. İkisini birbirinden ayırt edemeyen aldanır ve aldatır. “Keşfiyat te’vîle, rüyalar tabire muhtaçtır” (5) esasını bilmeyen, bu vâdide çok yanılır. Kur’an hakikatlerine ters düşen rüyalar ve ilhamlarla amel edilmez, bu tür keşifler mutlaka tevil edilmelidir.

İlim sıfatı Allah’a ait bir sıfattır. Alîm olan, her şeyi kayıtsız şartsız bilen, ilm-i gaybı ve şehadeti ile bütün kâinatı kuşatan ve ilmi sonsuz olan Allah’tır. Kur’ân bildiriyor ki: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa Allah bilir. Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında hiçbir dâne yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, -apaçık bir kitapta bulunur- Allah onu bilmesin.”1

İnsanın bilgisi, Allah’ın sonsuz ilmi yanında hiç mesabesindedir. İnsanlar ancak Allah’ın bildirdiği kadar bilirler. Bu bağlamda insana, meleklerin dediği gibi “Allah’ım! Seni tesbih ederiz, Senin bize bildirdiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphe yok ki sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Sensin!”2 demekten başka bir şey düşmez.

İnsanın iki türlü bilgi edinme yolu vardır: 1- Kendi kesbi ile (Kendi gayret ve çabası ile) 2- Allah’ın vehbi ile (Allah’ın doğrudan kendisine ilim vermesi suretiyle)

İnsan zahiri ilimleri, yani varlıkların bize bakan, sebeplerle izah edilen yönünü kendi aklı ile; yaşayarak, görerek, okuyarak, tecrübe ederek, bilgi edinerek öğrenir. Buna kendi çabamızla elde ettiğimiz bilgiler mânâsında kesbi ilimler diyoruz.

Vehbi ilimlere gelince… Bâtıni ilimler de denen, varlıkların içyüz/ arkayüz/ öteyüz bilgisini ise insan kesbiyle değil; Allah’ın vehbiyle, yani öğretmesiyle öğrenir. Nitekim Kur’ân, “Allah Âdem’e esmayı öğretti.”3 Buyurmuştur. Anlaşılıyor ki insanlık, Hazret-i Âdem’den beri Allah’ın güzel isimlerini, bu güzel isimlerin varlıklar üzerindeki tecellilerini, varlıkların görünen ötesi boyutları bulunduğunu ve bu boyutların ancak Allah’ın lütfu ile öğrenilebileceğini öğrenmiş bulunuyor.

Ledün ilmi (İlm-i ledün) kavramı, Kehf Sûresinin 65. Âyetinde geçen bir kavram dolayısıyla fikir dünyamıza girmiştir. Söz konusu ayette Allah (cc) buyuruyor ki: “Nihayet kullarımızdan bir kul (olan Hızır’ı) buldular ki, biz ona, katımızdan bir vahiy vermiş ve katımızdan (gayblara dair özel) bir ilim öğretmiştik.”4 Bu âyette geçen “allemnahu min ledunna ilma” kelimesi “Ona katımızdan bir ilim öğrettik” demektir. Ki, ledün kelimesi bu ayetten alınmış ve gayba ait özel bir ilim alanı olarak zihinlerde yer etmiştir.

Asla bakarsanız; zahiri olsun, batınî olsun, kesbi olsun, vehbî olsun, bütün ilimler Allah’a aittir ve Allah katındandır. Ve yine kelimenin aslına bakarsanız, peygamberlere vahiy yoluyla gelen bütün ilimler ledünni ilimden sayılır. Çünkü bütün vahiyler Allah katındandır.

Fakat ledün kelimesi, İslâm düşünce tarihi boyunca, zahirî bilgilerle ulaşılamayan, eşya ve olayların perde arkası ve perde ötesi ile ilgilenen özel bir ilim dalının adı olarak kullanılagelmiş ve bu kullanışla da kavramlaşmıştır.

Peygamberler çoğu kere hem zahir ilimlere, hem de ledünni ilimlere mazhar olmuşlar; fakat insanlara zahir ilimleri tebliğ etmekle memur edilmişlerdir. Çünkü zahiri ilimleri herkesin akıl ile kavraması ve gereği ile amel etmesi daha kolay ve açıklık bakımından adalete daha uygundur. İslâm şeriatı da zahire göre hükmediyor. Ledünni alan ise Allah’ın hususî kullarına öğrettiği hususî bir alandır.

Meselâ Kehf Sûresinde Hazret-i Musa (as) ile bir gemiye binen Hazret-i Hızır’ın (as) macerası hikâye edilir. Hazret-i Hızır (as) durup dururken bindikleri gemiyi deliyor. Bunun sebebini de Hazret-i Musa’ya (as) daha sonra şöyle açıklıyor: “O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.”5 Hazret-i Hızır (as) ileride olacakları ledünni ilmiyle keşfederek gemiyi yaralıyor; böylece yoksulları zalim kralın hışmından koruyor.

Keza, Hazret-i Süleyman’a ve Hazret-i Davud’a (as) kuşların dilinin öğretilmesi,6 Hazret-i Süleyman’a (as) rüzgârın, cinlerin ve şeytanların itaatkâr kılınması,7 Hazret-i Davud’un (as) dağları, taşları ve kuşları zikirle konuşturması ve demiri yumuşatması,8 Hazret-i Yusuf’a (as) verilen rüyaların yorumu ilmi,9 Hazret-i Yakub’un (as) Hazret-i Yusuf’un (as) yaşadığını biliyor olması,10 Peygamber Efendimiz’in (asm) hendek savaşında kazı sırasında Kisra ve Bizans saraylarının yıkılacağını ve İslâm topraklarının genişleyeceğini görmesi ve ümmetini müjdelemesi peygamberlerin mazhar oldukları ilm-i ledün örneklerinden sadece bir kaçıdır.

Ledün ilmine evliyadan da mazhar olanlar olmuştur. İlm-i ledünnün sayılarla ilgili alanına Cifir ilmi denmiştir. İlm-i ledünne mazhar olan ve Cifir ilmine vakıf olan Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân ve imân esaslarının hakikatlerini kesin delillerle ümmete ders vermek hizmetinin, ilm-i cifir gibi gizli ilimlerin yüz derece daha üstünde bir meziyeti ve kıymeti olduğunu ifade ederek, bu kudsî vazifede Kur’ân ve imân esasları gibi kesin ve muhkem delillerle bildirilen hakikatlerin sû-i istimâle meydan vermediğini beyan ediyor ve Risâle-i Nur’da ilm-i cifrin ihtiyaca göre kullanıldığını bildirerek, bu ilmin herkesçe kullanılmasına izin vermiyor. 11

Dipnotlar:1. En’am Sûresi: 59,
2. Bakara Sûresi: 32.

3. Bakara Sûresi: 31,
4. Kehf Sûresi: 6.

5. Kehf Sûresi: 79,
6. Neml Sûresi: 16-17.

7. Enbiya Sûresi: 81-82; Sebe Sûresi: 12.

8. Sebe Sûresi: 10-11,
9. Yusuf Sûresi: 21.

10. Yusuf Sûresi: 87,
11. Lem’alar.


LEDÜN İLMİNİ UYGULAYACAK OLAN KİŞİ KUR'ANIN BU HÜKÜMLERİNİ 54  FARZINI  UYGULAMALIDIR AKSİ TAKTİRDE LEDÜN İLMİNİ UYGULAMAMIŞ OLUR..

54 Farz
1- Allah'ı daima zikretmek.
2- Helal kazanılmış elbise giymek
3- Abdest almak.
4- Beş vakit namaz kılmak.
5- Cünüplükten gusletmek.
6- Rızk için Allah'a tevekkül (itimat) etmek.
7- Helalden yeyip içmek.
8- Allah'ın taksimine kanaat etmek.
9- Tevekkül etmek.
10- Kazaya (yani Allah'ın hükmüne) razı olmak.
11- Nimete karşılık şükretmek.
12- Belaya sabretmek.
13- Günahlara tövbe etmek.
14- İbadetleri ihlas ile yapmak.
15- Şeytanı düşman bilmek.
16- Kur'an-ı delil tanımak.
17- Ölüme hazırlıklı olmak.
18- İyiliği emredip kötülükten alıkoymak.
19- Gıybet etmemek, kötü şeyleri dinlememek.
20- Anaya-babaya iyilik ve itaat etmek.
21- Akrabayı ziyaret etmek.
22- Emanete hıyanet etmemek.
23- Dinin kabul etmeyeceği latifeyi (şakayı) terk etmek.
24- Allah ve Resulüne itaat etmek.
25- Günahtan kaçınıp Allah'a sığınmak.
26- Allah için sevmek, Allah için buğz etmek.
27- Her şeye ibretle bakmak.
28- Tefekkür etmek. (Cenab-ı Hakk'ın kudretini, azametini ve insanın yaratılıştaki gayeyi düşünmek)
29- İlim öğrenmeye çalışmak
30- Kötü zandan sakınmak
31- İstihza (alay) etmemek
32- Harama bakmamak
33- Daima doğru olmak
34- Esef ve ferahı, yani şımarıklık ve azgınlığı terk etmek
35- Sihir yapmamak
36- Ölçü ve terazisini doğru tartmak
37- Allah'ın azabından korkmak
38- Bir günlük nafakası (yiyeceği-içeceği) olmayana sadaka vermek
39- Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek
40- Nefsinin kötü arzularına tabi olmamak
41- İçki kullanmamak
42- Allah'a ve mü'minlere su-i zan etmekten sakınmak
43- Zekat vermek ve mali cihatta bulunmak
44- Hayız (adet) zamanlarında ve nifas halinde hanımı ile cinsi mukarenette bulunmamak
45- Bütün günahlardan; kötülüklerden kalbini temiz tutmak
46- Yetimin malını haksız olarak yememek, onlara iyilik etmek
47- Kibirlilik etmemek
48- Livata (erkekle cinsi münasebet) ve zina yapmamak
49- Beş vakit namazı muhafaza etmek
50- Zulm ile halkın malını yememek
51- Allah'a şirk (ortak) koşmamak
52- Riyadan (gösterişten) sakınmak
53- Yalan yere yemin etmemek
54- Verdiği sadakayı başa kakmamak


LEDÜN İLMİNİN KİŞİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
İmanın inkişaf etmesiyle veya kalbin çalıştırılmasıyla, in­sanda oluşacak halleri. Mutasavvıflar sırayla şöyle belirtmekte­dirler. Ki bu haller melekiyet mertebesine çıkılırken uğranılan ara mertebelerdir.
  1. — Doğru ile yanlışı ayırdedebilecek derecede kuvvetli bir mantık ferasetine kavuşma hali. (Mu’minlik mertebesi)
  2. — Allah’ın kudretini düşünüp ona dayanarak, her an kal­bin huzurla dolması hali. (Allaha ihlasla kulluk etme mertebesi)
  3. — Kalbin, sevinç ve elemi unutup, gayb âlemiyle irtibat kurması hâti, (velilik mertebesi olup, insan bu mertebede; şa­hadet âlemini gördüğü gibi, yekaza halinde gayb âlemini ve oradaki mahlukatı görür ve işitir onlarla haberleşir. Konuşur)
  4. — Nefsin arzularını gemleyip, ilahi ilhamın kalbe akışının sağlanması hali. (ileri derecede velilik mertebesi olup) mekân ve zaman ötelerine bedenen gidip gelen veliler bu mertebededir.)
  5. — İlâhi cezbeye tutulup, dünya sevgisinden uzaklaşma hali (ilah-i aşka tutulma mertebesi)
  6. — İlahi ilhamlarla dolan kalbin Allah’a kavuşması hali (Allah dostluğuna tam hak kazanma mertebesi)
  7. — Allah’ın cemalini görme ve onun nuru, sevgisi ve aş­kıyla dolma ve zaman ve mekân ötelerine geçerek insanın ula­şabileceği en yüksek makama ulaşması hali (Büyük evliyalık de­nilen uhrevi lezzete kavuşma ve tatma mertebesi)

1- Câmî, s. 33
2- Buhârî, "ilim", 42
3- el-Kehf 18/65
4- DİA, Batın İlmi Md.
5- Nursî, Kastamonu lahikası, s. 249

LEDÜN İLMİ
  • “GÖRÜLEMEYEN BİLGİ"
  • BİLMEDİKLERİN
  • "ESMÂ İLMİ"
  • TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN SIRRI BİLDİREN İLİM

  • “İLİM SIFATINDAN PROGRAMLANMA
  • "İLİM”İN ENERJİYE DÖNÜŞTÜĞÜ NOKTA (“Takdir” safhası-İnsanın hakikati olan Esmâ mertebesi-Esmâların çıkış Noktası-"Ayân-ı Sâbite"-Bütün varlıkların aslı-orijini olan ana mânâlar-Birimin varoluş kademeleri-Birimin tesbit edilmiş geleceği-Beyin cevherinin 120.günde aldığı tesir-Sâbitleşmiş ana program-Birimin Levhi Mahfuzu-Tesbit edilmiş kişilik özellikleri-Varlığındaki Allah esmâsının oluşturduğu (“B”iiznillah) değişmez programı)
  • Âdem ("İnsan" diye tanımlanmış "şuur"), kendi orijin yapısını gözünü bedende açması dolayısıyla bilgilendirildiği halde unuttu; hatırlamaz oldu...(O yüzden İnsana hakikatini hatırlatmak için 'zikir-hatırlatıcı' gönderilmiştir.)
  • Ledün, "İndallah"tan bağışlanan "Gaybî İlim"dir.
  • Ledün, "Fetih Ehli"nde (Mardiye nefs sahibinde) yaşanan ilimdir.
  • İlâhi sıfatlarla tahakkuk("Hakikat"i yaşayabilmek), ancak "İlmi Ledün" ile mümkündür.
  • Ledün, çalışmakla elde edilmez!
  • LEDÜNNİ İLİMLERİN VERİLMESİ (İnsan beyninin, şuur yapısının Allah isimlerinin işaret ettiği mânâları taşıyan dalgaboylarıyla programlanması-Âdem’e “Allah İsimleri”nin tümünün tâlim edilmesi-İnsana "bilmediklerinin" tâlim edilmesi- Bâtın esmâsına olan ilim –(Bâtıni-Ledünnî ilimlerin verilmesi-“Allah”ın sayısız isimlerinden, “Allah”ın dilediği kadarını ortaya koyabilecek istidat ve kâbiliyetin verilmesi-Bilmesi mümkün olmayan şeylerin kalıcı olarak öğretilmesi, aklettirilmesi-“Kitab” ve “Hikmet”inzali)
  • “GÖRÜLEMEYEN BİLGİ” (Bilmediklerin-Bâtıni-Ledünnî İlimler)
  • “GÖRÜLEMEYEN BİLGİ”YE DOKUNMAK”-> KURÂN'A DOKUNMAK {(Şirk necasetinden-pisliğinden) Arınmak-Tâhir olmak-“Oku”yabilmek-Rabb-ül âlemîn'den insan bilincinde tafsile indirilen "Evren Kitabı"nı deşifre edilebilmek}
  • "ALLAH ESMÂSI"NIN AÇIĞA ÇIKTIĞI "EVREN KİTABI"{Kitabullah”-“Ümmül Kitap”-Mutlak Kitap-Kitapların Anası-İlâhi kitap-Ulûhiyet kemâlâtının eseri olarak yazılmış olan kitabı ilâhi-“Âlem Kitabı”-Tüm boyut ve katmanlarıyla evren-Meleklerin varlığı ile oluşmuş kitap-Her satırı, bir ismi ilâhinin mahzarı olan ef`al âleminin( fiillerin oluştuğu boyutun) tümü-Harfleri, Kelimeleri, Sûreleri, âyetleri “melekler” olan âlem Kitabı-Hakikat bilgisi ve Sünnetullah-Varlığın hakikatı bilgisi-Sünnetullah bilgisinin açığa çıkmış hâli olan evren içre evrenler-“Sistem” bilgisi-Hakikat bilgisi ve Sünnetullahı-İnsanı Kâmil-Ruh'u Âzam-Hakikatı Muhammediye-Vücud ilmi-Enfüsünden ve âfâktan gelen hitap-Kurân- Kerim’-Bilgi-Oluş-Yaşam Bilgisi}
  • “LEDÜN İLMİ”NİN {“Esmâ İlmi"nin-İnsanın hakikati olan Esmâ mertebesinin)"BİRİMSEL İLİM SÛRETİ”NDE AÇIĞA ÇIKIŞI (Nûr'un alâ nûr-TEK'lik şuuruna sahip, mekân ve zamana ait olmayan “İnsanî hakikat”in, arınma çalışmaları olmasa da ışık saçması-Allah’ın (insanın hakikati olan Esmâ mertebesi) dilediği kimseyi kendi nûruna (kendi hakikati ilmine) erdirmesi-“Görülemeyen Bilgi”ye dokunmak}
  • "İLİM”İN AÇIĞA ÇIKIŞ SİSTEMİ
  • “İSİMLER”İN TÂLİMİ {Âdem’in “Allah İsimleri”nin mazharı olarak ortaya çıkışı-İnsan beyninin, şuur yapısının o isimlerin işaret ettiği mânâları taşıyan dalgaboylarıyla programlanması-Beynin aldığı melekî etkilerle mutasyon(Genetik olarak nesline de geçecek olan bir mutasyon) geçirmesi}
  • Allah, "Bilmediklerini(Bâtıni-Ledünnî İlimleri) sana kalıcı olarak öğretiyor-aklettiriyor(Tâlim ediyor)... Oysa sen önce "Sistem-"Din"-"İman" nedir bilmezdin!
  • “İLİM SIFATI”NIN TAFSİLİ (Küllî Akıl denen "Tek Akıl"-“Nefs”in kendini ilim sıfatı ile tanıması)
  • “Sınırsız İlim” her birimin beyninden o birimin “veri tabanı sınırları” içinde (Onun açığa çıkma sınırları-kapasitesi-fıtratı ölçüleriyle(Kaderiyle) açığa çıkar.
  • Kişinin ilim kapasitesi beynin çalışan bölümüdür.
  • Beynin veri tabanında "çok boyutlu tek kare resim" vardır.
  • Birimsel sûretlerde “İLİM”İN AÇIĞA ÇIKIŞ SİSTEMİNDE YARDIMCI KUVVELER->İlim, İrade ve kudret!
  • “İLİM SIFATI”NA BÜRÜNME ["Nefs"in kendini "İlim Sıfatı" ile (kendi aslı ve orijinali, hakikatı ile) tanıması-Hakk`a bağlanan "ilim sıfatı"]
  • “AKL-I KÜLL”ÜN İLMİ [Melekût âleminde mevcut olan akıl(Has sûreti ise Cebrail ismiyle melek)-Cebrail Aleyhisselâmın Nebilere, Rasûllere ve evliyayı kümmeline transfer ettiği ilim-(Kesret) âlemindeki en geniş kapsamlı ilim- Birimin derûnundaki, hakikatindeki "ilim"]
  • “AKL-I EVVEL”İN İLMİ ("Hakikat-ı Muhammedî" denilen varlığın ilmi-İlim sıfatının Nokta”daki şuursal açılımı-Vâhidiyet mertebesinde "Tek"lik âleminde geçerli ilim-İlim sıfatından kaynaklanan ilim-Esmânın mânâlarını ihtiva eden ilim-"TEK"in sahip olduğu özelliklere olan ilmi)
  • “Akl-ı Evvel”in ilminde “Anlamlar”, “Evren İçre Evrenler” sûretinde belirginlik kazanmıştır...
  • İlim, sıfat mertebesindeki varoluştur.
  • Duyulara göre varsayılan herşey, İlim boyutunda değerlendirildiğinde fark edilir ki O, sadece bir "İlim Sûret"dir.
  • Kalpler ve Ruhlar mevcud değildir...(Hepsi, Allah'ın ilminde mevcut olan "İlmî Sûretler"dir)
  • "İlâhi İlim denizi"nde yüzen bireysel şuur
  • "İlâhi İlim denizi"nde yüzen bireysel şuurda aklı olan bir topluluk için elbette işaretler vardır.
  • "Gemi"yi hizmetinize verdi.. Nehirleri de... Güneş'in ve Ay'ın enerjilerini ve farkında olmadığınız çeşitli özelliklerini kullanmaktasınız...
  • BİLİNÇLERİN KONUŞTUĞU BOYUT ("Hikmet" yurdu-Her şeyin akılla seyredilegelindiği boyut)
  • İlim ile diri olmayan (Ölü)
  • "HAKİKAT İLMİ” İLE DİRİLME (İnsanın Hakikatinin farkındalığını yaşama süreci-"Rabbinin likâsına kavuşmak")
  • Ledün, kişinin Zâtından açığa çıkan “Allah’ın kudreti”ne işaret eder.
  • Ledün ilminin verilmesi ile Kudret izhârı oluşur!
  • LEDÜN İLE "KUDRET SIRLARI" SEYREDİLİR
  • RAHMANİ İLİM (Rüzgârlar-Bulutları (beşerî duygu ve kabullerin şuurda oluşturduğu kara bulutları) süren rüzgarlar-Ölü bir beldeye(bilince) irsal edildiğinde arzı (bedeni) ölüyken dirilten ilim)
  • Allah, “Rahmanî ilim”i irsâl etti de beşerî duygu ve kabullerin şuurda oluşturduğu kara bulutları sürüyor.
  • Allah, “Rahmanî ilim”i irsâl etti de beşerî duygu ve kabullerin şuurda oluşturduğu kara bulutları sürüyor.
  • "O", şuurunuzdan(“Semâ”dan) bir ilim(“Su”) inzal eder ve kendini beden kabullenmiş bilinci diriltir.
  • "Âlemlerin tümüyle hayâl olduğu" gerçeği, ancak kişide "ilmi Ledün"ün izharı ile yaşanabilir.
  • İlmi Ledün"e erdirilenler, perdesiz yaşayanlardır.
  • İlim, Allah indinde “Tüm âlemlerin bir hiç” olduğunu idrak ettirir!.
  • Varlığın “Öz”ündeki bu sırra ermek için yapılacak şey-> Hazreti Rasûl aleyhisselâmın bildirdiği şekilde çalışmalar yapmak sûretiyle; var kabul edilen "benliği" terk etmek!
  • “HAKİKAT”İ YAŞAYARAK TASDİK (SIDDIKİYET İLMİ)
  • Sıddıkîyet (Hakikati yaşayarak tasdik) ilminin yüce anlatım kuvvesi
  • “Rabbimiz…Ledünnünden bize bir veli meydana getir ve ledünnünden bir zafer oluştur!”
  • "Hakikat İlmi" ile dirilen, birimselliğinden(karanlığından) çıkamayan kimse gibi olur mu?
  • Süt, "Ledün" ile; su, ilim ile tevil olunur.

HZ. HIZIR'IN ZAMANDAN ZAMANA BOYUTTAN BOYUTA GEÇMESİ

Hızır Aleyhisselam, Allah'ın seçtiği ilim sahibi bir elçi ve Kuran'da bahsedilen Musa Peygamberin öğretmeni olarak bilinir. Allah'ın kendisine insan şeklinde görünmek ve kıyamete kadar yardım isteyen Müslümanlara yardım etmek, onlarla konuşmak, onlara ilim öğretmek özellikleri verildiğine inanılmaktadır.
Ayrıca ölümsüz olduğu ve her devirde insanların yardımına koştuğuna inanıldığından Hızır Aleyhisselam için Arapça'da "yaşayan peygamber" ifadesi kullanılmaktadır. Hızır Aleyhisselam İslam geleneklerinde; kendisine üstün bir akıl ve "ebedi hayat" ödülü verilen, Allah'ın Kendi bilgisinden bağışladığı, bilinmeyen hizmetli olarak tanıtılmaktadır.

Hızır Aleyhisselam, Hz. Musa döneminde bulunan ve kimi alimlere göre peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi bir kişidir. Kuran-ı Kerim'de, Hızır isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Suresi'nin 60 ve 82'inci ayetleri arasında yer alan Hz. Musa ile ilgili kıssada, "Katımız'dan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve Tarafımız'dan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." (Kehf Suresi, 65) ifadesi yer alır. Bu kıssada bahsedilen şahsın, Peygamberimiz (sav)'den ulaşan sahih hadisler ile Hızır Aleyhisselam olduğu kabul edilmektedir. Hızır Aleyhisselam Allah'ın, "ledün ilmi" olarak bilinen özel bir ilimle desteklediği, Hz. Musa'yı eğitmekle görevlendirilmiş bir kimse olarak tanınır. Bu ilim "hakikat ilmi" olarak bilinir ve kamil iman sahibi bir kimsenin alameti sayılır.

Hz. Hızır'ın sahip olduğu ledün ilmine örnek olarak, Kuran'da Kehf Suresinde geçen kıssa verilebilir. Allah, bu kıssada Hz. Musa'nın Hızır Aleyhisselam olduğu tahmin edilen bilge bir kişi ile görüşmesini ve kendisi peygamber olduğu halde Hz. Hızır olarak bilinen ilim sahibi kişiye tabi olmasını bildirmektedir. Bu tabiyeti de, Hızır Aleyhisselam'ın özel bir ilme sahip olduğunu işaret etmektedir. Allah bu gerçeği Hz. Musa'nın kalbine ilham etmiş, ona bildirmiştir. (Kuşkusuz en doğrusunu Allah bilir.)

Ayrıca kıssada haber verildiği üzere, Hızır Aleyhisselam'ın yaptığı iyilikler için hiçbir karşılık beklememesi de tüm yaptıklarını Allah için yaptığının bir göstergesidir.

20. yüzyılın büyük İslam alimlerinden Bediüzzaman Said-i Nursi, Hızır Aleyhisselam ile ilgili soruları şöyle cevaplamaktadır:

"Birinci Sual: Hazret-i Hızır Aleyhisselam hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?

Elcevap: Hayattadır, fakat meratib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebebden bazı ulema hayatından şüphe etmişler.

Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.

İkinci Tabaka-i Hayat: ...Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimi mukayyed (sınırlı, sonlu) değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir... makamat-ı velayette bir makam vardır ki, "Makam-ı Hızır" tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır'dan ders alır ve Hızır ile görüşür...

Günümüz Kuran tefsircilerinden Prof. Süleyman Ateş de bu konu hakkındaki görüşlerini şöyle bildirmektedir

"Hızır'ın bir gerçeği vardır... misal aleminde bulunan, zaman zaman bazı insanlara görünen ruhsal bir insandır."

Zamanda Dolaşma ve Zamansızlık Gerçeği

Birçok islam alimi Hz. Hızır'ın zaman içinde dolaştığı, farklı zamanlarda görüldüğü yönünde kanaat belirtmişlerdir. Bu düşünce, zamanın göreceliliği ile paralel bir durum göstermektedir.

Çünkü; Allah zamanı bir algı olarak yaratmıştır. Zaman dediğimiz algı, aslında bir anı bir başka anla kıyaslama yöntemidir. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Bir cisme vurduğumuzda bundan belirli bir ses çıkar. Aynı cisme beş dakika sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye "zaman" der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir. Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır.

Zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapamaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın "ben otuz yaşındayım" demesinin nedeni, beyninde söz konusu otuz yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, ardında böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek, sadece yaşadığı tek bir "an" ile muhatap olacaktır ki bu nokta çok önemlidir.

Zamanın göreceliği, bilimsel yöntemle de ortaya konulmuş somut bir gerçektir. Einstein'ın Genel Görecelik Kuramı göstermektedir ki zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine olan uzaklığına göre değişmektedir. Hız arttıkça zaman kısalmakta, sıkışmakta; daha ağır daha yavaş işleyerek sanki "durma" noktasına yaklaşmaktadır.

Zamanın göreceliliğini anlatan bu açıklamalar aynı zamanda Hz. Hızır'ın çeşitli zamanlarda gözükmesine de açıklık getirmektedir.

Ayrıca modern bilimin pek çok bulgusunun bize gösterdiği sonuç, zamanın mutlak bir gerçek değil, göreceli bir algı oluşudur. Ayrıca 20. yüzyıla dek bilimin farkında olmadığı bu gerçek, bundan 14 asır önce indirilmiş olan Kuran'da bildirilmiştir. Modern bilim tarafından doğrulanan zamanın psikolojik bir algı olduğu, yaşanan olaya, mekana ve şartlara göre farklı algılanabildiği gerçeğini pek çok Kuran ayetinde görmek mümkündür. Örneğin bir insanın bütün hayatı, Kuran'da bildirildiğine göre çok kısa bir süredir:

"Dedi ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz." (Müminun Suresi, 112-114)

"...Gerçekten, senin Rabbinin Katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, 47)

Bu ayetler, zamanın izafiyetinin çok açık birer ifadesidir. Bilim tarafından 20. yüzyılda ulaşılan bu sonucun bundan 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olması ise, elbette, Kuran'ın zamanı ve mekanı tümüyle sarıp kuşatan Allah'ın vahyi olduğunun bir delilidir.

Hz. Hızır'ın Farklı Bir Yönü

Hz. Hızır hakkında İslam alimlerinin görüşlerinin yanında, önemli başka görevleri olabileceğine de dikkat çekilmektedir. Hızır kıssasından hemen önceki ayete baktığımızda oldukça önemli bir konunu haber verilmiş olduğunu görürüz. Hz. Hızır kıssasından hemen önceki Kehf Suresinin 59. ayeti şöyledir: "İşte ülkeler (ve onların halkları), zulmettikleri zaman onları yıkıma uğrattık; ve yıkımları için bir buluşma zamanı tesbit ettik." (Kehf Suresi, 59)

Ayette zulmeden kavimlerin yıkımlarına işaret edilmektedir. Hızır kıssasından hemen önce devletlerin yıkımlarına dikkat çekilmiş olması, Hızır Aleyhisselam'ın devletlerin yıkılış ve kuruluşları gibi önemli olaylarda hazır bulunduğuna işaret ediyor olabilir. Konu ile ilgili ayetlere ve İslam alimlerin açıklamalarına bakıldığında Hızır Aleyhisselam'ın çeşitli uygulamalarında, devletin geri planını temsil eden bir yönü olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin Hızır kıssasında geçen Hızır Aleyhisselam'ın meydana gelecek bir fitnenin ortadan kaldırılmasına yönelik önlemler alması, insanların karşı atağını önceden bilmesi, uygulanacak tedbirler konusunda bilgi sahibi olması, bunları şaşırtıcı olmalarına rağmen uygulaması, onun idareci yönünü göstermektedir. Nitekim devlet yönetimindeki kişiler bazen ilk planda halkın anlamayacağı, ancak hikmeti açıklandığında kabul edilebilecek tedbirler alırlar.

Bunun yanı sıra Hızır Aleyhisselam'ın kıssasında açıklanan hareketleri örneğin, yıkılacak bir duvarı inşa etmesi ya da gemiyi delmek üzere hamle tespiti yapması da devlet idarecilerine has özelliklerdendir. Her olayda, sonraki hamleleri belirlemesi, bir satranç oyununda olduğu gibi strateji yürütmesi de bu önemli vasfını ortaya çıkarmaktadır.

Bu bakımdan Hızır Aleyhisselam, devlet idaresini insanlara öğreten mürşid konumunda olabilir. Hızır Aleyhisselam'ın olacak olan olayları önceden tespit ederek, peygamberlerin aldıkları kararlarda ve yürüttükleri stratejilerde onlara destek olmuş olma ihtimali vardır. Bütün bunlardan yola çıkarak, Hızır Aleyhisselam'ın devletlerin yıkılışı, kuruluşu gibi önemli olaylar esnasında da bulunması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Kuran'da -Hz. Süleyman yönetiminde olduğu gibi- peygamberlerin hamleler halinde yürüttükleri çok akılcı ve dikkat çekici stratejilerden örnekler vardır.

Hz. Hızır'ın yaptıkları, zahiren bakıldığında bir insanın tepki göstereceği türden olaylar gibi görünebilir. Ancak meydana gelen sonuçlar bu olayların hayırlı hizmet amacı taşıdığını göstermektedir. Hızır Aleyhisselam, uygulamalarıyla aslında hayat kurtarmakta, insanları zorluklardan korumakta ve adalet getirmektedir. Bu durum, Hz. Hızır hakkında anlatılan olayların ardındaki hikmetlerin, bizim bilip gördüklerimizden çok daha farklı olabileceğini, bunun için Allah'a güvenmek ve hiçbir şeyi zahirine göre değerlendirmemek gerektiğini gösteren önemli bir delildir. Allah, katından ledün ilmini verdiği elçileri vesilesiyle, bu önemli gerçeği bizlere hatırlatmaktadır.

TASAVVUFLA İLGİLİ YAPILAN EN SON ARAŞTIRMALAR:
Son zamanlarda modern fizik âlimlerince yapılan araştırma sonuçları, Tasavvufla ilgili yazılanları ve söylenenleri doğrular mahiyettedir.
Modern Fizik âlimi hind tasavvufu ile ilgili yaptığı araştırmalarda; Tasavvuf disiplini ile insan­da ruhi bir enerjinin oluştuğunu gözlemlediğini belirtmekte ay­rıca yaptığı yorumla’da, bu enerjinin doğru (müsbet) kullanılma­sı halinde iyi faziletli dahiler, yanlış (menfi) kullanılması halinde kötü aşağılık dahiler ortaya çıkmakta demektedir. Bu arada ayrı­ca sözkonusu disiplinden geçmiş, hind sofilerinin, hayret verici gösterilerine ( bu gösterilere istidraç olayları denilmektedir.) tanık olduğunu eserinde anlatmaktadır.
Nitekim günümüzde yapılan para psikolojik araştırmalarda da aynı yollardan ve olaylardan hareket edilmekte ve birçok tek­niklerin ortaya çıkarılmasına çalışılmaktadır.
Tespit edildiği kadarıyla, nefis; etkisiz hale getirilmekle veya kontrol altına alınmakla, vucud’da dercedilmiş olan gizli kuvvetler kademeli olarak harekete geçmekte (Dalga boyları farklı ışık tayfları gibi) ve ruhi latifeyi “Gönül motorunu” yani kalbi duyuları çalıştırmaktadır. Ki, gönül motorunun çalışmasıyla’da insan, olağanüstü bazı kabiliyetlere kavuşmaktadır.
Ne var ki bu güç ve kabiliyet; gerçek imana sahip olmayan insanlar elinde (nefis hesabına çalıştırıldığından kendilerine ve başkalarına zarar verebilecek tehlikeli bir silahtan öteye geçme­mektedir. (Sihir, büyü vb. kötü veya faydasız, manasız, gösteri­lerin yapılması)
Oysa gerçek imana sahip olanlar; ilhamlara (ledun ilmine doğrudan mazhar olduklarından) muhatap olduklarından, güç ve kabiliyetlerinin nelere muktedir olduğunu bilerek (Dünya ve ahiret hayatının birçok sırlarına vakıf olup) eşyaya tasarrufta bulunurlar. (Bu zatlar madde ötesine ve zaman ötesine geçebilir­ler) değil kendilerine ve başkalarına zararlı olmak faydasız hiç­bir teşebbüste dahi bulunmazlar. Tıpkı melekler gibi mutlak ha­yır işinde güçlerini kullanırlar. Öyle ki adeta bütün mahlukat (canlı ve cansız) ona itaat eder.
Mesela, Bir kimsenin kendi yanı­na gelmesini düşündüğü zaman, o kimseden gizli olarak ona te­sir eder (telepati) yanına tevcih eder (telehipnoz ve hipnotizma,) Yağmur yağmasını istediği zaman yağmur yağar (telekinezi) Bütün bunlar, peygamber ve Evliya tasarrufları olarak tecrübe ile bilinmektedir. Göz değmesi ve büyü dedikleri şeyler de bu ka­bildendir. Hatta, bazı haset ediciler, bu ruhi güce sahip olur da, gayet güzel bir at görüp, o ata haset gözü ile baksa ve onun ölmesini aklından geçirirse, o at o anda can verir. Hadis-i şerifte bildirilen “Göz insanı mezara, deveyi tencereye koyar” deyimi bu hususu belirtmektedir.
Söz konusu ruhi kabiliyet kötü işlerde kullanılır ise bunu yapanlara kahin veya sihirbaz denir. Kötü maksadla yapılana İstidraç ve sihir, iyi maksatla yapılana da keramet ve mucize denilmektedir.

METAFİZİK, MADDE VE  LEDÜN İLİŞKİSİ


Madde ötesi varlıklar denildiğinde her şeyden ön­ce akla, oldukça ilginç olan ve tanımı en zor olan “boyutlar” ko­nusu gelmektedir.
“Boyut, bir yöne uzanımdır.”
Tek boyut uzunluk, iki boyut alan, üç boyut hacimdir.(Fiziki cihetle) tik bakışta boyutların madde oldukları sanılır. Zira boyut denilen en, boy, yükseklik veya derinlik kavramlarıbirer geometrik koordinat ifade ettiğinden, birlikte şuurda uyandırdıkları mekan kavramı (uzunluk, alan ve hacim olarak) dolayısıyla madde ile bir tutul­maktadır. Oysa mekân ve zaman boyutları uzayda mücerred varlıklardır. Madde ise mekân ve zaman boyutları üzerinde taht kurmuş müşahhas bir varlıktır. Ancak zaman boyutu (Mekan boyutlarına göre) değişkendir. Bu değişkenlik, bizi ilk maddesel düşünce noktasından her an çekip almakta olduğundan, boyutlar meselesinin pek de kolay kavranabilecek bir şey olmadığı anlaşılır.Esasen maddenin üç boyutu’da dâhil olmak üzere uzayda sayısız boyutlar, yüzeyler (manyetik alanlar) ve tüneller (karadelikler) vardır. Ki bunlar (Modern fiziğe göre) kâinatın iskeleti, tüm mahlûkatın tutunduğu kolonlardır. Uzaydaki irili ufaklı çeşitli madde (görünen kütleli varlıklar) ve madde ötesi (görünmeyen kütlesiz varlıklar) mahlûkatın farklı boyutlarda mekân tutmuş olması, onların sabit olmaları­na mani bir hal değildir. Bu sebeple âlemlerdi ve varlıklarda değişme olmamakta, ancak bu varlıklarla ilgili zamanın akışın­da (zaman boyutunda) değişiklik olmaktadır. Ki bu akış, her âlem ve varlık için farklı (küçülmekte, büyümekte) teza­hür etmektedir.
PARALEL EVREN (Şekil 1)


PARALEL EVREN (ÂLEM)
Matematik olarak evreni “İki yönlü mekân ve tek yönlü (Geçmişten geleceğe giden) zaman çizgisi olarak gösteririz. Bu ikisi birbirine diktir. Işık hızı da bunu köşegenlerinden keser ve 45’lik açı oluşturur. Işık hızını aşamadığımız sürece, mekân çizgisinin iki yanında hep saklı duran başka yer (Paralel evren) kavramını anlayamayız. Taramalı bölge dışında olanları kavra­mamız için ışıktan hızlı gitmemiz gerekiyor. Bu bize yasaklan­mış, fakat ağırlığı sıfırdan küçük olan bilinç boyutuna (Beşinci boyut, ruh, melek vb.) mümkündür. Dolayısıyla şekil(2)de göste­rilen iç-içe dikgen olarak yaşadığımız başka evrenlerden haberi­miz olmaz. Ama ışıktan hızlı, düşünce ile “BAŞKA YERDE” olabiliriz.
İçinde yaşadığımız âlemde, varlıklar arasında yegane de­ğişmez sabit hıza sahip ışığın saniyede 300 bin km. süratle her tarafa yayıldığı gerçeği, ilmin keşfettiği en önemli olay olarak kabul edilmesi gerekir. Ki zamanın dördüncü bir boyut olduğu bu keşif sayesinde ortaya konulmuştur. Ve bugün, ışık hızının ölçümü, zaman birimlerinin kullanılmasıyla mümkün olabil­mektedir. Bu sebeple ilim adamları “ışık hızı” nı zamanın ters yönde akma hızı olarak kabul etmişlerdir. Nasıl ki ses duvarı var’sa, aynı şekilde bir ışık veya zaman duvarı’da vardır. Ve hız zamanla ters orantılıdır. Cisimler hızlandıkça zaman akışında kısalma olmakta ışık hızının aşılması halinde zaman durmakta­dır. Ki zaman ötesi olan bu âlemdeki kanunlar bildiğimiz fizik kanunlarından farklıdır. Zaman akışındaki kısalma bir bakıma ömrün uzaması anlamına gelmektedir. Bir misal vermek gere­kirse; ışık hızına çok yakın bir hızda uzaya açıldığımızda za­man akışı kısaldığından aynı yaşta olduğumuz dünyadaki ar­kadaşımıza nazaran bizim bir yıllık yaşlanmamıza karşılık, o arkadaşımızda 14 yıllık bir yaşlanma görülür. Biz 21 yaşına bastığımızda, arkadaşımız 34 yaşına basar, öte yandan ömrü en kısa olan cisimlerin en küçük ve en süratli varlıklar olduğu­nu söylemeye gerek yok tabiiki…
Kısaca cisimlerin küçüklüğüne veya büyüklüğüne paralel (orantılı) olarak zaman akışlarında küçülme ve büyüme olmak­tadır. Makro âlemlerdeki cirimleri büyük, hızları düşük cisimle­rin (yıldızlar, gezegenler galaksiler v.s.) ömürleri milyon veya milyar yıllarla ölçülürken, mikro âlemdeki cirmi küçük hızı bü­yük bir nötron’un atom dışındaki ömrü dakikalarla, ışık hızıy­la hareket eden, maddenin sınır taşı olan bir nötrino’un ömrü ise milyonda bir saniyelerle ölçülmektedir. Kısaca kâinatta madde ötesi sayısız boyutlarda mekan tutmuş (sabitleşmiş) âlemlerle içerisindeki madde ve madde ötesi varlıklar, farklı zaman akış­larına tabi olarak devamlı hareket halinde bulunmaktadırlar. Ve bu akışın başlangıcı yaratılma (oluş), sona ermesi ise ölüm (yokoluş) dur. İkisi ortasında tayin edilmiş süre ise ömür ola rak nitelenmektedir. Ki her varlığın belli bir ömrü vardır. öte yandan vahye dayalı din ilimlerine göre. Yüce Yaratı­cı önce “istikametleri yarattı” ve kâinatın temel kanunlarını (kuvvet alanları) bu istikametlerin sayısız boyutlarında ortaya çıkardı. Ve sonra madde ve madde ötesi yapıda yarattığı mahlûkatına (varlıklara) farklı boyutlarda mekanlar tayin etti. Ki bunlardan ancak dar bir sınır oluşturan üç boyutta maddeye mekân verdi denilmektedir. Ki günümüz müspet ilmi’de yukar­daki açıklamalara uygun tespitler yapmış bulunmaktadır.
Boyutlar meselesi, ilimlerin bir nevi anayasası olan vahy kaynağı Kur’an-ı Kerimde, “Ben âlemlerin rabbiyim” “doğular ve batılar” “Allah ölçü koydu” gibi ilahi emirlerde açık olarak ifade edilmiştir. Yani boyutlar, kâinatın iskelet yapısını teşkil etmek üzere, bizler gibi birer varlık olarak yaratılmışlardır denilmektedir. Gerçekte, çağımız vahy kaynaklı dini ilimler­den hakkıyla nasibini alanlar ancak, âlemleri, boyutları ve kâinattaki şuurlu nizamı ve de yaratılmış bütün varlıkların sayısız yüzeylerdeki gizliliklerini sezebilecek durumdadır.
Bugüne kadar dini veya ilmi olarak yapılan açıklamalar şu gerçeği ortaya koymuştur. Kainattaki varlıkların bir kısmı (ister maddesel olsun, ister madde ötesi yapıda olsun) bizim yaşadığımız âlemde etkindir. Ve vardır. Diğer bir kısım varlık­larda bizim yaşadığımız âlemden farklı, başka alemlerde etki­lerini sürdürmektedirler. Ki aslında bu sayısız âlemler birbiriyle irtibattadır. (Şekil ,2)
Madde ötesi varlık olarak ifade edilen melekler ve cinler kavramı da işte sözkonusu bu yapraklar (alemler), yüzeyler (manyetik olanlar) ve tüneller sisteminde saklıdır
Yüce Yaratan, sayısız boyutlarda gizli bulunan çeşitli âlemlerden birinden diğerine geçme sırrını, “ledün ilmini” şüphesiz kendine en yakın kullarına öğretmekte ve ayrıca ilmi gelişmeler cihetiyle (Bütün insanlığa açık tutmak anlamında) bu sırrın kapısını açık tutmaktadır.
Yaradılışımızla ve ölümümüzle ilgili tüm gerçekler işte bu âlemler dizisi içerisinde gizlenmiştir.
Bilindiği kadarıyla bütün âlemler, fihriste olarak insanda temsil edilmiştir. Onun madde ve madde ötesi yapılardaki un­surlar (dört ana madde olan, toprak, su, hava ve hararet ile bir nevi hayat enerjisi olan tabii ruh ile nefis ve ene) bütün alem­lerle irtibatlıdır. İnsan maddi yapısı cihetiyle dünya hayatı içinde ölçülebilen müşahhas-mekân boyutlarına tabidir. Fakat madde ötesi yapısı cihetiyle sayısız boyutların ve âlemlerin etkisi altındadır. Ki insanın bilinmezliği işte bu boyutlarla ve âlemlerle olan ilgisinden dolayıdır. Her ne kadar belirtilen ko­nuda en doğru ve en sade açıklamalar asrımız sünühat (Kalbe gelen mânalar, doğuşlar) eserle­rinde ele alınmış bulunmaktaysa da, çağımız modern fizik alimleride, sözkonusu konularla ilgili yani madde ötesi varlıklar hakkında oldukça şaşırtıcı ve yukarıda belirtilen ifadeleri doğ­rulayıcı tespitler ortaya koymuş bulunmaktadırlar.

Şekil 2


Yukarda, dönen bir kare deliğe (vücudumuzdaki sinir sistemi aksonları gibi iletkenliğe haiz olan ve madde ötesi alemlerle irtibatı sağlayan yoğun elektrik ve manyetik akım yüklü tü­neller) giren bir Astronot için türlü tercihler yapma durumu mevcuttur.
  • Rotası, Yine kendi yaşadığımız âleme döner.
  • Rotası, bizi; yok edici nur (Tek kuvvet) âlemine götürür
  • Rotası,ışık hızını aşmak hâlinde geçişe müsaade eder’ki bu rota; yine madde-enerji için yasak, Madde ötesi Nurâni var­lıklar (Melekler) için müsaittir.
  • Rotası, Madde-Enerji için, geçişi mümkün olan yoldur. Ve iç – dış olay ufuklarının arasından geçerek başka âleme gö­türür
(E)   Rotası, Baktığımız şekle dik olan (Gözle sayfa arasındaki doğrultu) bir yol olup, kendi alemimize paralel başka aleme götürür. (Göğe çekilenlerin yolu)

Şekil (2) ile ilgili İslâm kaynaklarında belirtilen bir açıklama İslâm kaynaklarında belirtilen hayat mertebeleri ile Modern Fiziğin tespitlerinin birbirinden farklı olmadığı görülür.
Şöyle ki; islam kaynaklarında, yaşadığımız hayatla birlikte 5 hayat tabakası olduğu belirtilmektedir.
  1. Tabaka hayat: birçok şartlara bağlı olan maddi hayatı­mızdır. Yani içinde yaşadığımız uzaydır. Şekildeki (A)Bölgesidir.
  2. Tabaka hayat: Modern Fiziğin tespitlerinden olan, Kara-delikler vasıtası ile dünya hayatıyla irtibatlı 2 Nolu şekilde (D) bölgesi olarak gösterilen, dünya hayatı şartlarıyla mukayyed olmayan bir hayat tabakasıdır. Hz. Hızır ve Hz. İlyas (aleyhisselâm) bu hayatta yaşarlar, istedikleri an dünya’ya gelir, isterlerse yerler, içerler ama mecburiyetleri yoktur. İstemezlerse yemezler. Vela­yet yolu ile bu hayat tabakasına çıkılabilir. Hz. Hızır bu tabaka­ya çıkanlara ders vermektedir.
  3. Tabaka hayat : Yine karadelikler vasıtasıyla dünya hayatı ile irtibatı olan, 2. Hayat tabakasında farklı bir başka hayat ta­bakasıdır. Ki burada, vücud, canlılığını yitirmeden fakat letafet kesbetmiş olarak (Melekler gibi) yaşayabilmektedir. Zaman ötesi (Bast-ı zaman) yolculuk bu hayata geçişle vukua gelmekte­dir. Hz. İdris (aleyhisselâm) ile Hz İsa (aleyhisselâm), halen bu şekilde kendi uzay­larında yaşamaktadırlar. 2 nolu şekilde gösterilen (E)bölgesi, bu hayat tabakasına aittir.
  4. Tabaka hayat : Ulvi ruhların ve Şehidlerin zaman kavra­mından bihaber olarak huzur ve lezzet içinde yaşadıkları hayat­tır ki Şehidler ve Ulvi ruhlar}her biri dünyadaki hayatlarına ben­zer şekilde, fakat kedersiz, zahmetsiz olarak burada yaşarlar. 2 Nolu şekilde gösterilen (C) Bölgesidir. (Işık hızından hızlı varlıklar ancak bu bölgede yaşayabilirler.)
  5. 5.  Tabaka hayat : Kabir ehlinin yaşadığı ruhani hayattır. Ki bu hayat, müminler için bir istirahat yeri, mu’min olmayanlar için mutsuzluk ve başıboşluk içinde yaşama yeridir. Şekilde gösterilen(B)hölgesidir
Melekler; bütün hayat tabakalarında bulunurlar ve kendile­rine verilen görevleri ifa ederler.

1. RESİM PARALEL EVREN (Şekil 1)
2.RESİM PARALEL EVREN (Şekil 2)


KAYNAKÇA:

http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1696
http://www.allahvesistemi.org/ahmedhulusidekavramlar/kavramlar/ledun/
http://ismailhakkialtuntas.com/2012/09/12/madde-otesi/
http://www.fikih.info/kategoriler/muhtelif-konular/2428-ledun-ilminin-ince-meseleleri.html







2 yorum:



/*-----3 sütun değil 4 sütun istiyorum diyenlere-----*/

TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN SIRRI BİLDİREN İLİM:LEDÜN İLMİ VE SIRLARI

TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN SIRRI BİLDİREN İLİM:LEDÜN İLMİ VE SIRLARI


LEDÜN İLMİ
  • “GÖRÜLEMEYEN BİLGİ"
  • BİLMEDİKLERİN
  • "ESMÂ İLMİ"
  • TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN SIRRI BİLDİREN İLİM
Ledün ilmi okuyarak öğrenilmez
Sual: Ledün [bâtın] ilmini nasıl öğrenirim?

CEVAP
Ledün ilmi veya ilm-i ledün, okuyarak öğrenilmez. Allahü teâlânın ihsanı ile kalbe ilham edilen, ilahi sırlara ait bilgilerdir. Görünüşte, akla ve nakle zıt gelebilir. İlm-i ledün sahibi olanlar, hadiselerdeki gizli sırları ve hikmetleri bilir. Kur'an-ı kerimde, (Kehf) suresinde bu husus açıkça bildirilmiştir.

LEDÜN İLMİNİ UYGULAYACAK OLAN BİRİ BU  GERÇEKLERİ, HAKİKATLERİ BİLMELİDİR 

HER İNSAN ALLAHI TEMSİL EDER...HER İNSAN  ALLAH'IN YERYÜZÜNDEKİ HALİFESİR..KİŞİ GÜZEL AHLAKLA YA ALLAHI AHLAKLI GÜZEL GÖSTERİR YA DA HAŞA ALLAH'I KÖTÜ ÇİRKİN GÖSTERİR..BU YÜZDEN İNSANLAR BİRİNE HAKARET EDERKEN ÇİRKİN SÖZ SÖYLERDEN YA DA AHLAKSIZLIK YAPARKEN KİMİNLE MUHATAP OLDUĞUNU İYİ DÜŞÜNMELİ..BİRİNE GÜZEL BİR SÖZ SÖYLEDİĞİMİZDE HAKİKATTE ALLAH'A SÖYLEMİŞ OLURUZ...BİRİSİNİ SEVDİĞİMİZDE HAKİKATTE ALLAHI SEVMİŞ OLURUZ.BİRİNİ İNCİTTİĞİMİZDE HAKİKATTE ALLAHI İNCİTMİŞ ALLAHIN GAZABINI ÜSTÜMÜZE ÇEKMİŞ OLURUZ...

LEDÜN İLMİNİ UYGULYACAK OLAN KİŞİ HER TÜRLÜ ÇİRKİN SÖZE SABRETMELİ BU OLAY HİÇ YAŞANMAMIŞ GİBİ HAREKET ETMELİ ...
BAŞINA GELEN HER TÜRLÜ HAYRI ALLAH'IN VERDİĞİNİ BİLMELİ BAŞINA GELEN HER TÜRLÜ SIKINTININ DA KENDİ HATA VE GÜNAHINDAN KAYNAKLANDIĞINI ANLAMALIDIR..

LEDÜN İLMİNİ UYGULAYACAK OLAN BİR KİŞİ EŞYANIN VE MADDENİN HAKİKATİNİ İYİ BİLMELİ...
HAKİKATTE AĞAÇLAR ,TOPRAKLAR, BİTKİLER,EŞYALAR,TEKNOLOJİK ARAÇLAR, ARABALAR,  ELBİSELER, CANLI CANSIZ BÜTÜN VARLIKLAR HATTA KAN VE VÜCUT HÜCRELERİ ALLAHI TESBİH EDER..BİZ ONLARIN DİLİNİ ANLAMADIĞIMIZ İÇİN BİZE ANLAMSIZ GELİR ..


Her kelimenin tek manası olmaz. Bâtın kelimesi de öyledir. Bâtın esma-i hüsnadan, yani Allahü teâlânın isimlerindendir. Kur’an-ı kerimde mealen, (O evveldir, âhirdir, zâhirdir ve bâtındır, O, her şeyi bilendir) buyuruluyor. (Hadid 3) 

Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Din bilgisi iki kısımdır: 1- Kalbde olan faydalı ilimler. 2- Dil ile anlatılan zahiri ilimler.)[Hatib, Süyuti]

(Elbette Kur’anın zahiri ve bâtıni manası vardır.)
 [İbni Hibban]

(Bâtın ilmi, Allahü teâlânın esrarından bir sır, hikmetlerinden bir hükümdür. Allah onu kullarından dilediğinin kalbine bırakır.) 
[Deylemi, Süyuti, Münavi]

(Zahir ve bâtın ilminde âlim olanlar, enbiyanın vârisleridirler.) 
[M. Nasihat]

(Öyle ilimler vardır ki, çok gizlidir. Bunları, ancak marifet sahipleri bilir.) [M. Nasihat]

Taha suresinin (Rabbim ilmimi arttır de) mealindeki 114. âyeti, bâtın ilminin artmasını istemek olduğu tefsirlerde bildirilmektedir.

Abdülgani Nablusi
 hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Malik buyurdu ki:
(İlmi zahire malik olan, ilmi bâtına kavuşabilir. Zahir bilgisi olan kimse, ilmi ile amel ederse, Allahü teala, ona bâtın bilgisi ihsan eder.)

Ali bin Muhammed Vefanın ârifane sözlerine şaşırıp kalan imam-ı Ömer Bülkini, bunları nereden öğrendin deyince, Bekara suresindeki, (Allah’tan korkun! Allahü teâlâ, kendinden korkanlara bilmediklerini öğretir) mealindeki 282. âyeti okudu.

Ebu Talibi Mekki buyurdu ki:
(İlm-i zahir ile ilm-i bâtın, birbirlerinden ayrılmazlar. Beden ile kalbin birlikte bulunması gibidirler. Bâtın ilimleri, arifin kalbinden kalblere akar.)

(Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) 
hadis-i şerifi ile bildirilen âlimler, bildikleri ile amel eden, takva sahibi olan, Peygamberlerdeki ilimlerin hepsine kavuşan hakiki âlimlerdir.

İmam-ı Münavi, imam-ı Gazali’den naklen bildiriyor ki:
Ahiret bilgisi iki türlüdür: Biri keşifle hasıl olur. Buna İlmi mükaşefe [İlmi bâtın] denir. Bütün ilimler, bu ilme kavuşmak için sebeplerdir. İkincisi İlmi muameledir. İlmi bâtından nasibi olmayanın imansız gitmesinden korkulur. Bundan nasip almanın en aşağısı, bu ilme inanmaktır. Bid’at ehline bâtın ilmi nasip olmaz. Bâtın bilgisi, temiz kalblerde hasıl olan bir nurdur. (Öyle ilimler vardır ki, çok gizlidirler. Bunları, ancak marifet sahipleri bilir)hadis-i şerifi, bâtın ilimlerini göstermektedir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını doğru yapabilmek için herkese lazım olan İlmi hâl bilgileri öğrenilip amel edilince, ilmi bâtın hasıl olabilir. (Hadika)

Kur’an-ı kerimden iki kıssa
Abdülgani Nablusi
 hazretleri buyuruyor ki:
İlmi bâtından habersiz olanlar, tasavvuf kitaplarını okuyunca, âriflerin sözlerini küfür ve sapıklık sanıyorlar. Anlamadıkları marifet bilgilerine inanmıyorlar. İbni Arabi, Abdülkadir Geylani, Mevlana Celaleddin Rumi, Seyyid Ahmed Bedevi, imam-ı Şarani ve imam-ı Busayri gibi tasavvuf büyüklerine dil uzatıyorlar. Bâtın bilgilerine inanmayan Muhammed aleyhisselamın dininin sırlarına inanmamış olur. Böyle kimseye bid’at ehli ve sapık denir.(Hadika)

Süleyman aleyhisselam, “Sebe Melikesinin tahtını bana kim getirebilir?” dedi. Cinlerden bir ifrit: “Sen yerinden kalkmadan önce, onu getiririm, buna gücüm yeter” dedi. İlmi ledün [ilmi bâtın] sahibi olan vezir Asaf bin Berhiya ise, “Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dedi ve bir anda getirdi. (Neml 38-40)

[Vezir de, cin de peygamber değildi. Vezir bu işi kerametle yapmıştı. Cin müslüman ise kerametle, kâfir ise sihirle yapacaktı.]

Kehf suresinde ledün [bâtın] ilmi hakkında bahsedilen kıssa özetle şöyledir:
Hazret-i Musa, “Ya Rabbi, bâtın ilmini bilen zatı nerede bulurum?” diye sordu. Allahü teâlâ da, “Ya Musa, yola çık, çantana koyduğun balık canlanıp denize gittiği yerde, onu bulursun” buyurdu. Hazret-i Musa, Hazret-i Yuşa ile yola çıktı. Bir pınarın yanına geldiler. Bu pınar âb-ı hayat idi. Bu suya dokunan ölü canlanırdı. Bu sudan bir damla balığa değince, balık canlanıp denize gitti.

Hazret-i Musa, denilen yerdeki zatı görüp ona, “Bana bâtın ilmini öğretir misin?” dedi. O zat, “Allahü teâlânın bana öğrettiği ilmin hepsini sen bilmezsin. Bu yüzden de yaptıklarıma sabredemezsin” dedi. Hazret-i Musa, “İnşallah beni sabredenlerden bulursun” dedi. O zat, “Ya Musa, tuhafına gitse de, yaptıklarımdan bana bir şey sormayacaksın” dedi.

O zat, ücretsiz bindikleri gemiyi delince, günahsız çocuğu öldürünce ve bir duvarı ücretsiz yapınca Hazret-i Musa sebebini sordu. O zat, “Gemiciler on kardeşti. Geminin kazancı ile geçiniyorlardı. Bir derebeyi, sağlam gemileri gasp ediyordu. Bu geminin arızalı olduğunu duyunca almaktan vazgeçecekti. Biz de iyiliğe iyilik ettik. Günahsız çocuğun ana babası salih idi. Çocuk büyüyünce, küfre zorlayıp ana babasına zulüm ve işkence edecekti. Bunun yerine neslinden 70 peygamber meydana gelecek hayırlı bir evlat vermesi için dua ettim. Doğrulttuğum duvar, yetimlere aitti. Babaları duvarın altına bir hazine saklamıştı. Duvarı düzeltmeseydim, yıkılıp hazine meydana çıkacak, başkaları alacaktı. Yetimlere de bir iyilik etmiş olduk.

Musa aleyhisselama ilm-i bâtından bahseden o zatın evliyadan Hazret-i Hızır olduğu bildirilmiştir. Kur'an-ı kerimdeki bu iki kıssa, bâtın ilmine sahip keramet ehlinin bulunduğunu açıkça bildirmektedir. İlm-i bâtın, ilm-i zahirden ayrılmaz. Her ikisine kavuşanlara, Ulema-i rasihin denir.

Hazret-i Ebu Hüreyre, (Resulullahtan iki ilim aldım. Birini size bildirdim. İkincisini bildirmedim, çünkü anlayamazsınız) dedi. Birincisi, İlm-i zahir, ikincisi İlm-i bâtın’dır. Bunu ancak, evliya ve sıddıklar bilir.


Ehl-i tasavvuf, duyu, akıl ve tecrübe dışında, bir de ilm-i ledün kabul ederler. İlm-i ledün, vehbî bir ilimdir. Hz. Hızır’ın ilminden bahseden ayetteki “Ledün” kelimesinden hareketle, bu isim verilmiştir. Böyle bir bilgi, özel bir bilgidir. Bu bilgi, olayların iç yüzüne vukufiyeti sağlar. Bir çeşit gayb bilgisi, sırlar bilgisidir.
Mutasavvıflar dinî ilimleri biri zahir, di­ğeri bâtın olmak üzere ikiye ayırır; ha­dis, fıkıh ve kelâm gibi ilimlere zahir ilimleri, tasavvufa da bâtın ümi adını ve­rirler. Zahirî ilimlerle meşgul olanlara za­hir ulemâsı, rüsum ulemâsı ve ehl-i za­hir, kendilerine de bâtın ulemâsı ve ehl-i bâtın derler.
Mutasavvıflara göre naslardaki gizli mânaları, ibadetlerin manevî ve ahlâkî özünü, varlık ve olayların arka­sındaki sırlan açıklığa kavuşturan bâtın ilmi gizlidir ve onu halka açıklamak caiz değildir. Çünkü halk bu yüksek ilmi ve ondaki ince mânaları ya anlayamaz ve­ya yanlış anlar. Bu yüzden bâtın ilmi an­cak zeki, yetenekli, istekli ve kalp gözü açık kimselere öğretilir. Bâtın ilmini işaretle değil sözle anlatan İlk süfî Zünnûn el-Mısrî'dir (ö. 245/859). Fakat o bu ilmi sadece kendisine inananlara anlatmaktaydı. Cüneyd-i Bağdadî bu ilmi mahzenlerde ve kapalı kapılar ardında öğretiyordu. Tasavvuf tarihinde bâtın ilminden kürsülerde açık­ça bahseden ilk sûfînin Şiblî olduğu söy­lenir.(1) Bununla beraber bâ­tın ilmi geniş ölçüde her zaman gizli öğ­retilmiş, bu anlayış tarikatlarda da de­vam ettirilmiştir.
Mutasavvıflara göre bâtın ilmi İslâm'­dan ayrı ve onun dışında bir ilim değil­dir. Bu ilim esasen nasların derîn ve ince mânalarından ibaret olup Hz. Peygamber tarafından bazı sahâbîlere öğretil­miştir. Nitekim onun. sırdaşı (sâhibü sırri'n-nebî) Huzeyfe b. Yemân'a bazı sırlar tevdi ettiği, ayrıca Ebû Hüreyre'nin, "Hz. Peygamber'den iki ilim öğrendim; birini yaydım, öbürünü saklı tuttum, onu da yaysaydım başımı keserlerdi" dediği ri­vayet edilir(2). Hz. Peygamber'in dinde fakih olması için dua ettiği İbn Abbas'ın ilminin de bâtın ilmi olduğu söylenir.
Cüneyd-i Bağdadî, Hz. Musa'nın Hızır'­dan öğrendiği "ledün ilmi"(3) ile Hz. Ali'nin (ra) bildiği bâtın ilmi­nin aynı şey olduğunu söyler. Serrâc'a göre Kur'an'ın, hadisin ve İslâm'ın da za­hir ve bâtını vardır. Geniş anlamıyla şe­riat ilmi bu ikisini de ihtiva eder.
Gazzâli na­maz, oruç, zekât, hac ve Kur'an tilâveti gibi bütün ibadetlerin bir zahirî, bir de bâtınî yönü bulunduğunu ifade ederek zahirî amel-bâtınî amel, zahirî hüküm -bâtınî hüküm, zahirî edep-bâtınî edep, zahirî temizlik-bâtınî temizlik gibi ikili ayırımlar yapar. Meselâ ona göre rükû'un zahirî mânası eğilmek, bâtınî mâna­sı saygı göstermektir. Zahirî mâna be­den, bâtınî mâna ruh gibi olduğundan bâtınî yönü gerçekleşmeyen ibadetler cansız sayılır.
Kelâmcılar bilgi kaynağı olarak akıl ve beş duyu ile haber-i sâdık içinde dü­şündükleri peygamberlere gelen vahiy ve ilhamı kabul ederler. Gazzâlî, Râzî, Âmidî gibi müteahhir devir kelâmciları mu­tasavvıfların keşf, ilham, bâtın ilmi gibi deyimlerle ifade ettikleri bilgileri de bil­gi kaynağı olarak kabul etmekle birlik­te, bu tür sübjektif bilgileri vehim ve kuruntulardan ayırabilmek için bunların Kitap ve Sünnete uygunluğunu esas al­mışlardır. Kelâmcıların bu görüşü aslın­da süfîlerin, "zahire aykırı düşen her şey bâtıldır" il­kesinin değişik bir şekilde ifade edilme­sinden başka bir şey değildir. Teftâzâninin, "İlhamla ilim hâsıl olursa da bu ilim herkes için bir delil teşkil etmez" sözü bu konuda kelâmcıların ortak gö­rüşlerinin özeti sayılabilir.(4)
Şu nokta da unutulmamalıdır ki; insan kalbi, Rahmanî ilhamlara alıcı olduğu gibi, şeytanî vesveselere de açıktır. İkisini birbirinden ayırt edemeyen aldanır ve aldatır. “Keşfiyat te’vîle, rüyalar tabire muhtaçtır” (5) esasını bilmeyen, bu vâdide çok yanılır. Kur’an hakikatlerine ters düşen rüyalar ve ilhamlarla amel edilmez, bu tür keşifler mutlaka tevil edilmelidir.

İlim sıfatı Allah’a ait bir sıfattır. Alîm olan, her şeyi kayıtsız şartsız bilen, ilm-i gaybı ve şehadeti ile bütün kâinatı kuşatan ve ilmi sonsuz olan Allah’tır. Kur’ân bildiriyor ki: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları ancak Allah bilir. Karada ve denizde ne varsa Allah bilir. Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında hiçbir dâne yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, -apaçık bir kitapta bulunur- Allah onu bilmesin.”1

İnsanın bilgisi, Allah’ın sonsuz ilmi yanında hiç mesabesindedir. İnsanlar ancak Allah’ın bildirdiği kadar bilirler. Bu bağlamda insana, meleklerin dediği gibi “Allah’ım! Seni tesbih ederiz, Senin bize bildirdiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphe yok ki sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Sensin!”2 demekten başka bir şey düşmez.

İnsanın iki türlü bilgi edinme yolu vardır: 1- Kendi kesbi ile (Kendi gayret ve çabası ile) 2- Allah’ın vehbi ile (Allah’ın doğrudan kendisine ilim vermesi suretiyle)

İnsan zahiri ilimleri, yani varlıkların bize bakan, sebeplerle izah edilen yönünü kendi aklı ile; yaşayarak, görerek, okuyarak, tecrübe ederek, bilgi edinerek öğrenir. Buna kendi çabamızla elde ettiğimiz bilgiler mânâsında kesbi ilimler diyoruz.

Vehbi ilimlere gelince… Bâtıni ilimler de denen, varlıkların içyüz/ arkayüz/ öteyüz bilgisini ise insan kesbiyle değil; Allah’ın vehbiyle, yani öğretmesiyle öğrenir. Nitekim Kur’ân, “Allah Âdem’e esmayı öğretti.”3 Buyurmuştur. Anlaşılıyor ki insanlık, Hazret-i Âdem’den beri Allah’ın güzel isimlerini, bu güzel isimlerin varlıklar üzerindeki tecellilerini, varlıkların görünen ötesi boyutları bulunduğunu ve bu boyutların ancak Allah’ın lütfu ile öğrenilebileceğini öğrenmiş bulunuyor.

Ledün ilmi (İlm-i ledün) kavramı, Kehf Sûresinin 65. Âyetinde geçen bir kavram dolayısıyla fikir dünyamıza girmiştir. Söz konusu ayette Allah (cc) buyuruyor ki: “Nihayet kullarımızdan bir kul (olan Hızır’ı) buldular ki, biz ona, katımızdan bir vahiy vermiş ve katımızdan (gayblara dair özel) bir ilim öğretmiştik.”4 Bu âyette geçen “allemnahu min ledunna ilma” kelimesi “Ona katımızdan bir ilim öğrettik” demektir. Ki, ledün kelimesi bu ayetten alınmış ve gayba ait özel bir ilim alanı olarak zihinlerde yer etmiştir.

Asla bakarsanız; zahiri olsun, batınî olsun, kesbi olsun, vehbî olsun, bütün ilimler Allah’a aittir ve Allah katındandır. Ve yine kelimenin aslına bakarsanız, peygamberlere vahiy yoluyla gelen bütün ilimler ledünni ilimden sayılır. Çünkü bütün vahiyler Allah katındandır.

Fakat ledün kelimesi, İslâm düşünce tarihi boyunca, zahirî bilgilerle ulaşılamayan, eşya ve olayların perde arkası ve perde ötesi ile ilgilenen özel bir ilim dalının adı olarak kullanılagelmiş ve bu kullanışla da kavramlaşmıştır.

Peygamberler çoğu kere hem zahir ilimlere, hem de ledünni ilimlere mazhar olmuşlar; fakat insanlara zahir ilimleri tebliğ etmekle memur edilmişlerdir. Çünkü zahiri ilimleri herkesin akıl ile kavraması ve gereği ile amel etmesi daha kolay ve açıklık bakımından adalete daha uygundur. İslâm şeriatı da zahire göre hükmediyor. Ledünni alan ise Allah’ın hususî kullarına öğrettiği hususî bir alandır.

Meselâ Kehf Sûresinde Hazret-i Musa (as) ile bir gemiye binen Hazret-i Hızır’ın (as) macerası hikâye edilir. Hazret-i Hızır (as) durup dururken bindikleri gemiyi deliyor. Bunun sebebini de Hazret-i Musa’ya (as) daha sonra şöyle açıklıyor: “O gemi, denizde çalışan birtakım yoksul kimselere ait idi. Onu yaralamak istedim, çünkü onların ilerisinde, her gemiyi zorla ele geçiren bir kral vardı.”5 Hazret-i Hızır (as) ileride olacakları ledünni ilmiyle keşfederek gemiyi yaralıyor; böylece yoksulları zalim kralın hışmından koruyor.

Keza, Hazret-i Süleyman’a ve Hazret-i Davud’a (as) kuşların dilinin öğretilmesi,6 Hazret-i Süleyman’a (as) rüzgârın, cinlerin ve şeytanların itaatkâr kılınması,7 Hazret-i Davud’un (as) dağları, taşları ve kuşları zikirle konuşturması ve demiri yumuşatması,8 Hazret-i Yusuf’a (as) verilen rüyaların yorumu ilmi,9 Hazret-i Yakub’un (as) Hazret-i Yusuf’un (as) yaşadığını biliyor olması,10 Peygamber Efendimiz’in (asm) hendek savaşında kazı sırasında Kisra ve Bizans saraylarının yıkılacağını ve İslâm topraklarının genişleyeceğini görmesi ve ümmetini müjdelemesi peygamberlerin mazhar oldukları ilm-i ledün örneklerinden sadece bir kaçıdır.

Ledün ilmine evliyadan da mazhar olanlar olmuştur. İlm-i ledünnün sayılarla ilgili alanına Cifir ilmi denmiştir. İlm-i ledünne mazhar olan ve Cifir ilmine vakıf olan Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân ve imân esaslarının hakikatlerini kesin delillerle ümmete ders vermek hizmetinin, ilm-i cifir gibi gizli ilimlerin yüz derece daha üstünde bir meziyeti ve kıymeti olduğunu ifade ederek, bu kudsî vazifede Kur’ân ve imân esasları gibi kesin ve muhkem delillerle bildirilen hakikatlerin sû-i istimâle meydan vermediğini beyan ediyor ve Risâle-i Nur’da ilm-i cifrin ihtiyaca göre kullanıldığını bildirerek, bu ilmin herkesçe kullanılmasına izin vermiyor. 11

Dipnotlar:1. En’am Sûresi: 59,
2. Bakara Sûresi: 32.

3. Bakara Sûresi: 31,
4. Kehf Sûresi: 6.

5. Kehf Sûresi: 79,
6. Neml Sûresi: 16-17.

7. Enbiya Sûresi: 81-82; Sebe Sûresi: 12.

8. Sebe Sûresi: 10-11,
9. Yusuf Sûresi: 21.

10. Yusuf Sûresi: 87,
11. Lem’alar.


LEDÜN İLMİNİ UYGULAYACAK OLAN KİŞİ KUR'ANIN BU HÜKÜMLERİNİ 54  FARZINI  UYGULAMALIDIR AKSİ TAKTİRDE LEDÜN İLMİNİ UYGULAMAMIŞ OLUR..

54 Farz
1- Allah'ı daima zikretmek.
2- Helal kazanılmış elbise giymek
3- Abdest almak.
4- Beş vakit namaz kılmak.
5- Cünüplükten gusletmek.
6- Rızk için Allah'a tevekkül (itimat) etmek.
7- Helalden yeyip içmek.
8- Allah'ın taksimine kanaat etmek.
9- Tevekkül etmek.
10- Kazaya (yani Allah'ın hükmüne) razı olmak.
11- Nimete karşılık şükretmek.
12- Belaya sabretmek.
13- Günahlara tövbe etmek.
14- İbadetleri ihlas ile yapmak.
15- Şeytanı düşman bilmek.
16- Kur'an-ı delil tanımak.
17- Ölüme hazırlıklı olmak.
18- İyiliği emredip kötülükten alıkoymak.
19- Gıybet etmemek, kötü şeyleri dinlememek.
20- Anaya-babaya iyilik ve itaat etmek.
21- Akrabayı ziyaret etmek.
22- Emanete hıyanet etmemek.
23- Dinin kabul etmeyeceği latifeyi (şakayı) terk etmek.
24- Allah ve Resulüne itaat etmek.
25- Günahtan kaçınıp Allah'a sığınmak.
26- Allah için sevmek, Allah için buğz etmek.
27- Her şeye ibretle bakmak.
28- Tefekkür etmek. (Cenab-ı Hakk'ın kudretini, azametini ve insanın yaratılıştaki gayeyi düşünmek)
29- İlim öğrenmeye çalışmak
30- Kötü zandan sakınmak
31- İstihza (alay) etmemek
32- Harama bakmamak
33- Daima doğru olmak
34- Esef ve ferahı, yani şımarıklık ve azgınlığı terk etmek
35- Sihir yapmamak
36- Ölçü ve terazisini doğru tartmak
37- Allah'ın azabından korkmak
38- Bir günlük nafakası (yiyeceği-içeceği) olmayana sadaka vermek
39- Allah'ın rahmetinden ümit kesmemek
40- Nefsinin kötü arzularına tabi olmamak
41- İçki kullanmamak
42- Allah'a ve mü'minlere su-i zan etmekten sakınmak
43- Zekat vermek ve mali cihatta bulunmak
44- Hayız (adet) zamanlarında ve nifas halinde hanımı ile cinsi mukarenette bulunmamak
45- Bütün günahlardan; kötülüklerden kalbini temiz tutmak
46- Yetimin malını haksız olarak yememek, onlara iyilik etmek
47- Kibirlilik etmemek
48- Livata (erkekle cinsi münasebet) ve zina yapmamak
49- Beş vakit namazı muhafaza etmek
50- Zulm ile halkın malını yememek
51- Allah'a şirk (ortak) koşmamak
52- Riyadan (gösterişten) sakınmak
53- Yalan yere yemin etmemek
54- Verdiği sadakayı başa kakmamak


LEDÜN İLMİNİN KİŞİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
İmanın inkişaf etmesiyle veya kalbin çalıştırılmasıyla, in­sanda oluşacak halleri. Mutasavvıflar sırayla şöyle belirtmekte­dirler. Ki bu haller melekiyet mertebesine çıkılırken uğranılan ara mertebelerdir.
  1. — Doğru ile yanlışı ayırdedebilecek derecede kuvvetli bir mantık ferasetine kavuşma hali. (Mu’minlik mertebesi)
  2. — Allah’ın kudretini düşünüp ona dayanarak, her an kal­bin huzurla dolması hali. (Allaha ihlasla kulluk etme mertebesi)
  3. — Kalbin, sevinç ve elemi unutup, gayb âlemiyle irtibat kurması hâti, (velilik mertebesi olup, insan bu mertebede; şa­hadet âlemini gördüğü gibi, yekaza halinde gayb âlemini ve oradaki mahlukatı görür ve işitir onlarla haberleşir. Konuşur)
  4. — Nefsin arzularını gemleyip, ilahi ilhamın kalbe akışının sağlanması hali. (ileri derecede velilik mertebesi olup) mekân ve zaman ötelerine bedenen gidip gelen veliler bu mertebededir.)
  5. — İlâhi cezbeye tutulup, dünya sevgisinden uzaklaşma hali (ilah-i aşka tutulma mertebesi)
  6. — İlahi ilhamlarla dolan kalbin Allah’a kavuşması hali (Allah dostluğuna tam hak kazanma mertebesi)
  7. — Allah’ın cemalini görme ve onun nuru, sevgisi ve aş­kıyla dolma ve zaman ve mekân ötelerine geçerek insanın ula­şabileceği en yüksek makama ulaşması hali (Büyük evliyalık de­nilen uhrevi lezzete kavuşma ve tatma mertebesi)

1- Câmî, s. 33
2- Buhârî, "ilim", 42
3- el-Kehf 18/65
4- DİA, Batın İlmi Md.
5- Nursî, Kastamonu lahikası, s. 249

LEDÜN İLMİ
  • “GÖRÜLEMEYEN BİLGİ"
  • BİLMEDİKLERİN
  • "ESMÂ İLMİ"
  • TÜM MEVCUDATIN ÖZÜNDE SAKLI OLAN SIRRI BİLDİREN İLİM

  • “İLİM SIFATINDAN PROGRAMLANMA
  • "İLİM”İN ENERJİYE DÖNÜŞTÜĞÜ NOKTA (“Takdir” safhası-İnsanın hakikati olan Esmâ mertebesi-Esmâların çıkış Noktası-"Ayân-ı Sâbite"-Bütün varlıkların aslı-orijini olan ana mânâlar-Birimin varoluş kademeleri-Birimin tesbit edilmiş geleceği-Beyin cevherinin 120.günde aldığı tesir-Sâbitleşmiş ana program-Birimin Levhi Mahfuzu-Tesbit edilmiş kişilik özellikleri-Varlığındaki Allah esmâsının oluşturduğu (“B”iiznillah) değişmez programı)
  • Âdem ("İnsan" diye tanımlanmış "şuur"), kendi orijin yapısını gözünü bedende açması dolayısıyla bilgilendirildiği halde unuttu; hatırlamaz oldu...(O yüzden İnsana hakikatini hatırlatmak için 'zikir-hatırlatıcı' gönderilmiştir.)
  • Ledün, "İndallah"tan bağışlanan "Gaybî İlim"dir.
  • Ledün, "Fetih Ehli"nde (Mardiye nefs sahibinde) yaşanan ilimdir.
  • İlâhi sıfatlarla tahakkuk("Hakikat"i yaşayabilmek), ancak "İlmi Ledün" ile mümkündür.
  • Ledün, çalışmakla elde edilmez!
  • LEDÜNNİ İLİMLERİN VERİLMESİ (İnsan beyninin, şuur yapısının Allah isimlerinin işaret ettiği mânâları taşıyan dalgaboylarıyla programlanması-Âdem’e “Allah İsimleri”nin tümünün tâlim edilmesi-İnsana "bilmediklerinin" tâlim edilmesi- Bâtın esmâsına olan ilim –(Bâtıni-Ledünnî ilimlerin verilmesi-“Allah”ın sayısız isimlerinden, “Allah”ın dilediği kadarını ortaya koyabilecek istidat ve kâbiliyetin verilmesi-Bilmesi mümkün olmayan şeylerin kalıcı olarak öğretilmesi, aklettirilmesi-“Kitab” ve “Hikmet”inzali)
  • “GÖRÜLEMEYEN BİLGİ” (Bilmediklerin-Bâtıni-Ledünnî İlimler)
  • “GÖRÜLEMEYEN BİLGİ”YE DOKUNMAK”-> KURÂN'A DOKUNMAK {(Şirk necasetinden-pisliğinden) Arınmak-Tâhir olmak-“Oku”yabilmek-Rabb-ül âlemîn'den insan bilincinde tafsile indirilen "Evren Kitabı"nı deşifre edilebilmek}
  • "ALLAH ESMÂSI"NIN AÇIĞA ÇIKTIĞI "EVREN KİTABI"{Kitabullah”-“Ümmül Kitap”-Mutlak Kitap-Kitapların Anası-İlâhi kitap-Ulûhiyet kemâlâtının eseri olarak yazılmış olan kitabı ilâhi-“Âlem Kitabı”-Tüm boyut ve katmanlarıyla evren-Meleklerin varlığı ile oluşmuş kitap-Her satırı, bir ismi ilâhinin mahzarı olan ef`al âleminin( fiillerin oluştuğu boyutun) tümü-Harfleri, Kelimeleri, Sûreleri, âyetleri “melekler” olan âlem Kitabı-Hakikat bilgisi ve Sünnetullah-Varlığın hakikatı bilgisi-Sünnetullah bilgisinin açığa çıkmış hâli olan evren içre evrenler-“Sistem” bilgisi-Hakikat bilgisi ve Sünnetullahı-İnsanı Kâmil-Ruh'u Âzam-Hakikatı Muhammediye-Vücud ilmi-Enfüsünden ve âfâktan gelen hitap-Kurân- Kerim’-Bilgi-Oluş-Yaşam Bilgisi}
  • “LEDÜN İLMİ”NİN {“Esmâ İlmi"nin-İnsanın hakikati olan Esmâ mertebesinin)"BİRİMSEL İLİM SÛRETİ”NDE AÇIĞA ÇIKIŞI (Nûr'un alâ nûr-TEK'lik şuuruna sahip, mekân ve zamana ait olmayan “İnsanî hakikat”in, arınma çalışmaları olmasa da ışık saçması-Allah’ın (insanın hakikati olan Esmâ mertebesi) dilediği kimseyi kendi nûruna (kendi hakikati ilmine) erdirmesi-“Görülemeyen Bilgi”ye dokunmak}
  • "İLİM”İN AÇIĞA ÇIKIŞ SİSTEMİ
  • “İSİMLER”İN TÂLİMİ {Âdem’in “Allah İsimleri”nin mazharı olarak ortaya çıkışı-İnsan beyninin, şuur yapısının o isimlerin işaret ettiği mânâları taşıyan dalgaboylarıyla programlanması-Beynin aldığı melekî etkilerle mutasyon(Genetik olarak nesline de geçecek olan bir mutasyon) geçirmesi}
  • Allah, "Bilmediklerini(Bâtıni-Ledünnî İlimleri) sana kalıcı olarak öğretiyor-aklettiriyor(Tâlim ediyor)... Oysa sen önce "Sistem-"Din"-"İman" nedir bilmezdin!
  • “İLİM SIFATI”NIN TAFSİLİ (Küllî Akıl denen "Tek Akıl"-“Nefs”in kendini ilim sıfatı ile tanıması)
  • “Sınırsız İlim” her birimin beyninden o birimin “veri tabanı sınırları” içinde (Onun açığa çıkma sınırları-kapasitesi-fıtratı ölçüleriyle(Kaderiyle) açığa çıkar.
  • Kişinin ilim kapasitesi beynin çalışan bölümüdür.
  • Beynin veri tabanında "çok boyutlu tek kare resim" vardır.
  • Birimsel sûretlerde “İLİM”İN AÇIĞA ÇIKIŞ SİSTEMİNDE YARDIMCI KUVVELER->İlim, İrade ve kudret!
  • “İLİM SIFATI”NA BÜRÜNME ["Nefs"in kendini "İlim Sıfatı" ile (kendi aslı ve orijinali, hakikatı ile) tanıması-Hakk`a bağlanan "ilim sıfatı"]
  • “AKL-I KÜLL”ÜN İLMİ [Melekût âleminde mevcut olan akıl(Has sûreti ise Cebrail ismiyle melek)-Cebrail Aleyhisselâmın Nebilere, Rasûllere ve evliyayı kümmeline transfer ettiği ilim-(Kesret) âlemindeki en geniş kapsamlı ilim- Birimin derûnundaki, hakikatindeki "ilim"]
  • “AKL-I EVVEL”İN İLMİ ("Hakikat-ı Muhammedî" denilen varlığın ilmi-İlim sıfatının Nokta”daki şuursal açılımı-Vâhidiyet mertebesinde "Tek"lik âleminde geçerli ilim-İlim sıfatından kaynaklanan ilim-Esmânın mânâlarını ihtiva eden ilim-"TEK"in sahip olduğu özelliklere olan ilmi)
  • “Akl-ı Evvel”in ilminde “Anlamlar”, “Evren İçre Evrenler” sûretinde belirginlik kazanmıştır...
  • İlim, sıfat mertebesindeki varoluştur.
  • Duyulara göre varsayılan herşey, İlim boyutunda değerlendirildiğinde fark edilir ki O, sadece bir "İlim Sûret"dir.
  • Kalpler ve Ruhlar mevcud değildir...(Hepsi, Allah'ın ilminde mevcut olan "İlmî Sûretler"dir)
  • "İlâhi İlim denizi"nde yüzen bireysel şuur
  • "İlâhi İlim denizi"nde yüzen bireysel şuurda aklı olan bir topluluk için elbette işaretler vardır.
  • "Gemi"yi hizmetinize verdi.. Nehirleri de... Güneş'in ve Ay'ın enerjilerini ve farkında olmadığınız çeşitli özelliklerini kullanmaktasınız...
  • BİLİNÇLERİN KONUŞTUĞU BOYUT ("Hikmet" yurdu-Her şeyin akılla seyredilegelindiği boyut)
  • İlim ile diri olmayan (Ölü)
  • "HAKİKAT İLMİ” İLE DİRİLME (İnsanın Hakikatinin farkındalığını yaşama süreci-"Rabbinin likâsına kavuşmak")
  • Ledün, kişinin Zâtından açığa çıkan “Allah’ın kudreti”ne işaret eder.
  • Ledün ilminin verilmesi ile Kudret izhârı oluşur!
  • LEDÜN İLE "KUDRET SIRLARI" SEYREDİLİR
  • RAHMANİ İLİM (Rüzgârlar-Bulutları (beşerî duygu ve kabullerin şuurda oluşturduğu kara bulutları) süren rüzgarlar-Ölü bir beldeye(bilince) irsal edildiğinde arzı (bedeni) ölüyken dirilten ilim)
  • Allah, “Rahmanî ilim”i irsâl etti de beşerî duygu ve kabullerin şuurda oluşturduğu kara bulutları sürüyor.
  • Allah, “Rahmanî ilim”i irsâl etti de beşerî duygu ve kabullerin şuurda oluşturduğu kara bulutları sürüyor.
  • "O", şuurunuzdan(“Semâ”dan) bir ilim(“Su”) inzal eder ve kendini beden kabullenmiş bilinci diriltir.
  • "Âlemlerin tümüyle hayâl olduğu" gerçeği, ancak kişide "ilmi Ledün"ün izharı ile yaşanabilir.
  • İlmi Ledün"e erdirilenler, perdesiz yaşayanlardır.
  • İlim, Allah indinde “Tüm âlemlerin bir hiç” olduğunu idrak ettirir!.
  • Varlığın “Öz”ündeki bu sırra ermek için yapılacak şey-> Hazreti Rasûl aleyhisselâmın bildirdiği şekilde çalışmalar yapmak sûretiyle; var kabul edilen "benliği" terk etmek!
  • “HAKİKAT”İ YAŞAYARAK TASDİK (SIDDIKİYET İLMİ)
  • Sıddıkîyet (Hakikati yaşayarak tasdik) ilminin yüce anlatım kuvvesi
  • “Rabbimiz…Ledünnünden bize bir veli meydana getir ve ledünnünden bir zafer oluştur!”
  • "Hakikat İlmi" ile dirilen, birimselliğinden(karanlığından) çıkamayan kimse gibi olur mu?
  • Süt, "Ledün" ile; su, ilim ile tevil olunur.

HZ. HIZIR'IN ZAMANDAN ZAMANA BOYUTTAN BOYUTA GEÇMESİ

Hızır Aleyhisselam, Allah'ın seçtiği ilim sahibi bir elçi ve Kuran'da bahsedilen Musa Peygamberin öğretmeni olarak bilinir. Allah'ın kendisine insan şeklinde görünmek ve kıyamete kadar yardım isteyen Müslümanlara yardım etmek, onlarla konuşmak, onlara ilim öğretmek özellikleri verildiğine inanılmaktadır.
Ayrıca ölümsüz olduğu ve her devirde insanların yardımına koştuğuna inanıldığından Hızır Aleyhisselam için Arapça'da "yaşayan peygamber" ifadesi kullanılmaktadır. Hızır Aleyhisselam İslam geleneklerinde; kendisine üstün bir akıl ve "ebedi hayat" ödülü verilen, Allah'ın Kendi bilgisinden bağışladığı, bilinmeyen hizmetli olarak tanıtılmaktadır.

Hızır Aleyhisselam, Hz. Musa döneminde bulunan ve kimi alimlere göre peygamber olması kuvvetle muhtemel, hikmet ve ilim sahibi bir kişidir. Kuran-ı Kerim'de, Hızır isminden açıkça bahsedilmez. Ancak Kehf Suresi'nin 60 ve 82'inci ayetleri arasında yer alan Hz. Musa ile ilgili kıssada, "Katımız'dan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve Tarafımız'dan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul..." (Kehf Suresi, 65) ifadesi yer alır. Bu kıssada bahsedilen şahsın, Peygamberimiz (sav)'den ulaşan sahih hadisler ile Hızır Aleyhisselam olduğu kabul edilmektedir. Hızır Aleyhisselam Allah'ın, "ledün ilmi" olarak bilinen özel bir ilimle desteklediği, Hz. Musa'yı eğitmekle görevlendirilmiş bir kimse olarak tanınır. Bu ilim "hakikat ilmi" olarak bilinir ve kamil iman sahibi bir kimsenin alameti sayılır.

Hz. Hızır'ın sahip olduğu ledün ilmine örnek olarak, Kuran'da Kehf Suresinde geçen kıssa verilebilir. Allah, bu kıssada Hz. Musa'nın Hızır Aleyhisselam olduğu tahmin edilen bilge bir kişi ile görüşmesini ve kendisi peygamber olduğu halde Hz. Hızır olarak bilinen ilim sahibi kişiye tabi olmasını bildirmektedir. Bu tabiyeti de, Hızır Aleyhisselam'ın özel bir ilme sahip olduğunu işaret etmektedir. Allah bu gerçeği Hz. Musa'nın kalbine ilham etmiş, ona bildirmiştir. (Kuşkusuz en doğrusunu Allah bilir.)

Ayrıca kıssada haber verildiği üzere, Hızır Aleyhisselam'ın yaptığı iyilikler için hiçbir karşılık beklememesi de tüm yaptıklarını Allah için yaptığının bir göstergesidir.

20. yüzyılın büyük İslam alimlerinden Bediüzzaman Said-i Nursi, Hızır Aleyhisselam ile ilgili soruları şöyle cevaplamaktadır:

"Birinci Sual: Hazret-i Hızır Aleyhisselam hayatta mıdır? Hayatta ise niçin bazı mühim ulema hayatını kabul etmiyorlar?

Elcevap: Hayattadır, fakat meratib-i hayat beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebebden bazı ulema hayatından şüphe etmişler.

Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.

İkinci Tabaka-i Hayat: ...Yani bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levazımatıyla daimi mukayyed (sınırlı, sonlu) değillerdir. Bazan istedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler; fakat bizim gibi mecbur değillerdir... makamat-ı velayette bir makam vardır ki, "Makam-ı Hızır" tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır'dan ders alır ve Hızır ile görüşür...

Günümüz Kuran tefsircilerinden Prof. Süleyman Ateş de bu konu hakkındaki görüşlerini şöyle bildirmektedir

"Hızır'ın bir gerçeği vardır... misal aleminde bulunan, zaman zaman bazı insanlara görünen ruhsal bir insandır."

Zamanda Dolaşma ve Zamansızlık Gerçeği

Birçok islam alimi Hz. Hızır'ın zaman içinde dolaştığı, farklı zamanlarda görüldüğü yönünde kanaat belirtmişlerdir. Bu düşünce, zamanın göreceliliği ile paralel bir durum göstermektedir.

Çünkü; Allah zamanı bir algı olarak yaratmıştır. Zaman dediğimiz algı, aslında bir anı bir başka anla kıyaslama yöntemidir. Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Bir cisme vurduğumuzda bundan belirli bir ses çıkar. Aynı cisme beş dakika sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye "zaman" der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir. Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır.

Zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapamaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın "ben otuz yaşındayım" demesinin nedeni, beyninde söz konusu otuz yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, ardında böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek, sadece yaşadığı tek bir "an" ile muhatap olacaktır ki bu nokta çok önemlidir.

Zamanın göreceliği, bilimsel yöntemle de ortaya konulmuş somut bir gerçektir. Einstein'ın Genel Görecelik Kuramı göstermektedir ki zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine olan uzaklığına göre değişmektedir. Hız arttıkça zaman kısalmakta, sıkışmakta; daha ağır daha yavaş işleyerek sanki "durma" noktasına yaklaşmaktadır.

Zamanın göreceliliğini anlatan bu açıklamalar aynı zamanda Hz. Hızır'ın çeşitli zamanlarda gözükmesine de açıklık getirmektedir.

Ayrıca modern bilimin pek çok bulgusunun bize gösterdiği sonuç, zamanın mutlak bir gerçek değil, göreceli bir algı oluşudur. Ayrıca 20. yüzyıla dek bilimin farkında olmadığı bu gerçek, bundan 14 asır önce indirilmiş olan Kuran'da bildirilmiştir. Modern bilim tarafından doğrulanan zamanın psikolojik bir algı olduğu, yaşanan olaya, mekana ve şartlara göre farklı algılanabildiği gerçeğini pek çok Kuran ayetinde görmek mümkündür. Örneğin bir insanın bütün hayatı, Kuran'da bildirildiğine göre çok kısa bir süredir:

"Dedi ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz." (Müminun Suresi, 112-114)

"...Gerçekten, senin Rabbinin Katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, 47)

Bu ayetler, zamanın izafiyetinin çok açık birer ifadesidir. Bilim tarafından 20. yüzyılda ulaşılan bu sonucun bundan 1400 yıl önce Kuran'da bildirilmiş olması ise, elbette, Kuran'ın zamanı ve mekanı tümüyle sarıp kuşatan Allah'ın vahyi olduğunun bir delilidir.

Hz. Hızır'ın Farklı Bir Yönü

Hz. Hızır hakkında İslam alimlerinin görüşlerinin yanında, önemli başka görevleri olabileceğine de dikkat çekilmektedir. Hızır kıssasından hemen önceki ayete baktığımızda oldukça önemli bir konunu haber verilmiş olduğunu görürüz. Hz. Hızır kıssasından hemen önceki Kehf Suresinin 59. ayeti şöyledir: "İşte ülkeler (ve onların halkları), zulmettikleri zaman onları yıkıma uğrattık; ve yıkımları için bir buluşma zamanı tesbit ettik." (Kehf Suresi, 59)

Ayette zulmeden kavimlerin yıkımlarına işaret edilmektedir. Hızır kıssasından hemen önce devletlerin yıkımlarına dikkat çekilmiş olması, Hızır Aleyhisselam'ın devletlerin yıkılış ve kuruluşları gibi önemli olaylarda hazır bulunduğuna işaret ediyor olabilir. Konu ile ilgili ayetlere ve İslam alimlerin açıklamalarına bakıldığında Hızır Aleyhisselam'ın çeşitli uygulamalarında, devletin geri planını temsil eden bir yönü olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin Hızır kıssasında geçen Hızır Aleyhisselam'ın meydana gelecek bir fitnenin ortadan kaldırılmasına yönelik önlemler alması, insanların karşı atağını önceden bilmesi, uygulanacak tedbirler konusunda bilgi sahibi olması, bunları şaşırtıcı olmalarına rağmen uygulaması, onun idareci yönünü göstermektedir. Nitekim devlet yönetimindeki kişiler bazen ilk planda halkın anlamayacağı, ancak hikmeti açıklandığında kabul edilebilecek tedbirler alırlar.

Bunun yanı sıra Hızır Aleyhisselam'ın kıssasında açıklanan hareketleri örneğin, yıkılacak bir duvarı inşa etmesi ya da gemiyi delmek üzere hamle tespiti yapması da devlet idarecilerine has özelliklerdendir. Her olayda, sonraki hamleleri belirlemesi, bir satranç oyununda olduğu gibi strateji yürütmesi de bu önemli vasfını ortaya çıkarmaktadır.

Bu bakımdan Hızır Aleyhisselam, devlet idaresini insanlara öğreten mürşid konumunda olabilir. Hızır Aleyhisselam'ın olacak olan olayları önceden tespit ederek, peygamberlerin aldıkları kararlarda ve yürüttükleri stratejilerde onlara destek olmuş olma ihtimali vardır. Bütün bunlardan yola çıkarak, Hızır Aleyhisselam'ın devletlerin yıkılışı, kuruluşu gibi önemli olaylar esnasında da bulunması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Kuran'da -Hz. Süleyman yönetiminde olduğu gibi- peygamberlerin hamleler halinde yürüttükleri çok akılcı ve dikkat çekici stratejilerden örnekler vardır.

Hz. Hızır'ın yaptıkları, zahiren bakıldığında bir insanın tepki göstereceği türden olaylar gibi görünebilir. Ancak meydana gelen sonuçlar bu olayların hayırlı hizmet amacı taşıdığını göstermektedir. Hızır Aleyhisselam, uygulamalarıyla aslında hayat kurtarmakta, insanları zorluklardan korumakta ve adalet getirmektedir. Bu durum, Hz. Hızır hakkında anlatılan olayların ardındaki hikmetlerin, bizim bilip gördüklerimizden çok daha farklı olabileceğini, bunun için Allah'a güvenmek ve hiçbir şeyi zahirine göre değerlendirmemek gerektiğini gösteren önemli bir delildir. Allah, katından ledün ilmini verdiği elçileri vesilesiyle, bu önemli gerçeği bizlere hatırlatmaktadır.

TASAVVUFLA İLGİLİ YAPILAN EN SON ARAŞTIRMALAR:
Son zamanlarda modern fizik âlimlerince yapılan araştırma sonuçları, Tasavvufla ilgili yazılanları ve söylenenleri doğrular mahiyettedir.
Modern Fizik âlimi hind tasavvufu ile ilgili yaptığı araştırmalarda; Tasavvuf disiplini ile insan­da ruhi bir enerjinin oluştuğunu gözlemlediğini belirtmekte ay­rıca yaptığı yorumla’da, bu enerjinin doğru (müsbet) kullanılma­sı halinde iyi faziletli dahiler, yanlış (menfi) kullanılması halinde kötü aşağılık dahiler ortaya çıkmakta demektedir. Bu arada ayrı­ca sözkonusu disiplinden geçmiş, hind sofilerinin, hayret verici gösterilerine ( bu gösterilere istidraç olayları denilmektedir.) tanık olduğunu eserinde anlatmaktadır.
Nitekim günümüzde yapılan para psikolojik araştırmalarda da aynı yollardan ve olaylardan hareket edilmekte ve birçok tek­niklerin ortaya çıkarılmasına çalışılmaktadır.
Tespit edildiği kadarıyla, nefis; etkisiz hale getirilmekle veya kontrol altına alınmakla, vucud’da dercedilmiş olan gizli kuvvetler kademeli olarak harekete geçmekte (Dalga boyları farklı ışık tayfları gibi) ve ruhi latifeyi “Gönül motorunu” yani kalbi duyuları çalıştırmaktadır. Ki, gönül motorunun çalışmasıyla’da insan, olağanüstü bazı kabiliyetlere kavuşmaktadır.
Ne var ki bu güç ve kabiliyet; gerçek imana sahip olmayan insanlar elinde (nefis hesabına çalıştırıldığından kendilerine ve başkalarına zarar verebilecek tehlikeli bir silahtan öteye geçme­mektedir. (Sihir, büyü vb. kötü veya faydasız, manasız, gösteri­lerin yapılması)
Oysa gerçek imana sahip olanlar; ilhamlara (ledun ilmine doğrudan mazhar olduklarından) muhatap olduklarından, güç ve kabiliyetlerinin nelere muktedir olduğunu bilerek (Dünya ve ahiret hayatının birçok sırlarına vakıf olup) eşyaya tasarrufta bulunurlar. (Bu zatlar madde ötesine ve zaman ötesine geçebilir­ler) değil kendilerine ve başkalarına zararlı olmak faydasız hiç­bir teşebbüste dahi bulunmazlar. Tıpkı melekler gibi mutlak ha­yır işinde güçlerini kullanırlar. Öyle ki adeta bütün mahlukat (canlı ve cansız) ona itaat eder.
Mesela, Bir kimsenin kendi yanı­na gelmesini düşündüğü zaman, o kimseden gizli olarak ona te­sir eder (telepati) yanına tevcih eder (telehipnoz ve hipnotizma,) Yağmur yağmasını istediği zaman yağmur yağar (telekinezi) Bütün bunlar, peygamber ve Evliya tasarrufları olarak tecrübe ile bilinmektedir. Göz değmesi ve büyü dedikleri şeyler de bu ka­bildendir. Hatta, bazı haset ediciler, bu ruhi güce sahip olur da, gayet güzel bir at görüp, o ata haset gözü ile baksa ve onun ölmesini aklından geçirirse, o at o anda can verir. Hadis-i şerifte bildirilen “Göz insanı mezara, deveyi tencereye koyar” deyimi bu hususu belirtmektedir.
Söz konusu ruhi kabiliyet kötü işlerde kullanılır ise bunu yapanlara kahin veya sihirbaz denir. Kötü maksadla yapılana İstidraç ve sihir, iyi maksatla yapılana da keramet ve mucize denilmektedir.

METAFİZİK, MADDE VE  LEDÜN İLİŞKİSİ


Madde ötesi varlıklar denildiğinde her şeyden ön­ce akla, oldukça ilginç olan ve tanımı en zor olan “boyutlar” ko­nusu gelmektedir.
“Boyut, bir yöne uzanımdır.”
Tek boyut uzunluk, iki boyut alan, üç boyut hacimdir.(Fiziki cihetle) tik bakışta boyutların madde oldukları sanılır. Zira boyut denilen en, boy, yükseklik veya derinlik kavramlarıbirer geometrik koordinat ifade ettiğinden, birlikte şuurda uyandırdıkları mekan kavramı (uzunluk, alan ve hacim olarak) dolayısıyla madde ile bir tutul­maktadır. Oysa mekân ve zaman boyutları uzayda mücerred varlıklardır. Madde ise mekân ve zaman boyutları üzerinde taht kurmuş müşahhas bir varlıktır. Ancak zaman boyutu (Mekan boyutlarına göre) değişkendir. Bu değişkenlik, bizi ilk maddesel düşünce noktasından her an çekip almakta olduğundan, boyutlar meselesinin pek de kolay kavranabilecek bir şey olmadığı anlaşılır.Esasen maddenin üç boyutu’da dâhil olmak üzere uzayda sayısız boyutlar, yüzeyler (manyetik alanlar) ve tüneller (karadelikler) vardır. Ki bunlar (Modern fiziğe göre) kâinatın iskeleti, tüm mahlûkatın tutunduğu kolonlardır. Uzaydaki irili ufaklı çeşitli madde (görünen kütleli varlıklar) ve madde ötesi (görünmeyen kütlesiz varlıklar) mahlûkatın farklı boyutlarda mekân tutmuş olması, onların sabit olmaları­na mani bir hal değildir. Bu sebeple âlemlerdi ve varlıklarda değişme olmamakta, ancak bu varlıklarla ilgili zamanın akışın­da (zaman boyutunda) değişiklik olmaktadır. Ki bu akış, her âlem ve varlık için farklı (küçülmekte, büyümekte) teza­hür etmektedir.
PARALEL EVREN (Şekil 1)


PARALEL EVREN (ÂLEM)
Matematik olarak evreni “İki yönlü mekân ve tek yönlü (Geçmişten geleceğe giden) zaman çizgisi olarak gösteririz. Bu ikisi birbirine diktir. Işık hızı da bunu köşegenlerinden keser ve 45’lik açı oluşturur. Işık hızını aşamadığımız sürece, mekân çizgisinin iki yanında hep saklı duran başka yer (Paralel evren) kavramını anlayamayız. Taramalı bölge dışında olanları kavra­mamız için ışıktan hızlı gitmemiz gerekiyor. Bu bize yasaklan­mış, fakat ağırlığı sıfırdan küçük olan bilinç boyutuna (Beşinci boyut, ruh, melek vb.) mümkündür. Dolayısıyla şekil(2)de göste­rilen iç-içe dikgen olarak yaşadığımız başka evrenlerden haberi­miz olmaz. Ama ışıktan hızlı, düşünce ile “BAŞKA YERDE” olabiliriz.
İçinde yaşadığımız âlemde, varlıklar arasında yegane de­ğişmez sabit hıza sahip ışığın saniyede 300 bin km. süratle her tarafa yayıldığı gerçeği, ilmin keşfettiği en önemli olay olarak kabul edilmesi gerekir. Ki zamanın dördüncü bir boyut olduğu bu keşif sayesinde ortaya konulmuştur. Ve bugün, ışık hızının ölçümü, zaman birimlerinin kullanılmasıyla mümkün olabil­mektedir. Bu sebeple ilim adamları “ışık hızı” nı zamanın ters yönde akma hızı olarak kabul etmişlerdir. Nasıl ki ses duvarı var’sa, aynı şekilde bir ışık veya zaman duvarı’da vardır. Ve hız zamanla ters orantılıdır. Cisimler hızlandıkça zaman akışında kısalma olmakta ışık hızının aşılması halinde zaman durmakta­dır. Ki zaman ötesi olan bu âlemdeki kanunlar bildiğimiz fizik kanunlarından farklıdır. Zaman akışındaki kısalma bir bakıma ömrün uzaması anlamına gelmektedir. Bir misal vermek gere­kirse; ışık hızına çok yakın bir hızda uzaya açıldığımızda za­man akışı kısaldığından aynı yaşta olduğumuz dünyadaki ar­kadaşımıza nazaran bizim bir yıllık yaşlanmamıza karşılık, o arkadaşımızda 14 yıllık bir yaşlanma görülür. Biz 21 yaşına bastığımızda, arkadaşımız 34 yaşına basar, öte yandan ömrü en kısa olan cisimlerin en küçük ve en süratli varlıklar olduğu­nu söylemeye gerek yok tabiiki…
Kısaca cisimlerin küçüklüğüne veya büyüklüğüne paralel (orantılı) olarak zaman akışlarında küçülme ve büyüme olmak­tadır. Makro âlemlerdeki cirimleri büyük, hızları düşük cisimle­rin (yıldızlar, gezegenler galaksiler v.s.) ömürleri milyon veya milyar yıllarla ölçülürken, mikro âlemdeki cirmi küçük hızı bü­yük bir nötron’un atom dışındaki ömrü dakikalarla, ışık hızıy­la hareket eden, maddenin sınır taşı olan bir nötrino’un ömrü ise milyonda bir saniyelerle ölçülmektedir. Kısaca kâinatta madde ötesi sayısız boyutlarda mekan tutmuş (sabitleşmiş) âlemlerle içerisindeki madde ve madde ötesi varlıklar, farklı zaman akış­larına tabi olarak devamlı hareket halinde bulunmaktadırlar. Ve bu akışın başlangıcı yaratılma (oluş), sona ermesi ise ölüm (yokoluş) dur. İkisi ortasında tayin edilmiş süre ise ömür ola rak nitelenmektedir. Ki her varlığın belli bir ömrü vardır. öte yandan vahye dayalı din ilimlerine göre. Yüce Yaratı­cı önce “istikametleri yarattı” ve kâinatın temel kanunlarını (kuvvet alanları) bu istikametlerin sayısız boyutlarında ortaya çıkardı. Ve sonra madde ve madde ötesi yapıda yarattığı mahlûkatına (varlıklara) farklı boyutlarda mekanlar tayin etti. Ki bunlardan ancak dar bir sınır oluşturan üç boyutta maddeye mekân verdi denilmektedir. Ki günümüz müspet ilmi’de yukar­daki açıklamalara uygun tespitler yapmış bulunmaktadır.
Boyutlar meselesi, ilimlerin bir nevi anayasası olan vahy kaynağı Kur’an-ı Kerimde, “Ben âlemlerin rabbiyim” “doğular ve batılar” “Allah ölçü koydu” gibi ilahi emirlerde açık olarak ifade edilmiştir. Yani boyutlar, kâinatın iskelet yapısını teşkil etmek üzere, bizler gibi birer varlık olarak yaratılmışlardır denilmektedir. Gerçekte, çağımız vahy kaynaklı dini ilimler­den hakkıyla nasibini alanlar ancak, âlemleri, boyutları ve kâinattaki şuurlu nizamı ve de yaratılmış bütün varlıkların sayısız yüzeylerdeki gizliliklerini sezebilecek durumdadır.
Bugüne kadar dini veya ilmi olarak yapılan açıklamalar şu gerçeği ortaya koymuştur. Kainattaki varlıkların bir kısmı (ister maddesel olsun, ister madde ötesi yapıda olsun) bizim yaşadığımız âlemde etkindir. Ve vardır. Diğer bir kısım varlık­larda bizim yaşadığımız âlemden farklı, başka alemlerde etki­lerini sürdürmektedirler. Ki aslında bu sayısız âlemler birbiriyle irtibattadır. (Şekil ,2)
Madde ötesi varlık olarak ifade edilen melekler ve cinler kavramı da işte sözkonusu bu yapraklar (alemler), yüzeyler (manyetik olanlar) ve tüneller sisteminde saklıdır
Yüce Yaratan, sayısız boyutlarda gizli bulunan çeşitli âlemlerden birinden diğerine geçme sırrını, “ledün ilmini” şüphesiz kendine en yakın kullarına öğretmekte ve ayrıca ilmi gelişmeler cihetiyle (Bütün insanlığa açık tutmak anlamında) bu sırrın kapısını açık tutmaktadır.
Yaradılışımızla ve ölümümüzle ilgili tüm gerçekler işte bu âlemler dizisi içerisinde gizlenmiştir.
Bilindiği kadarıyla bütün âlemler, fihriste olarak insanda temsil edilmiştir. Onun madde ve madde ötesi yapılardaki un­surlar (dört ana madde olan, toprak, su, hava ve hararet ile bir nevi hayat enerjisi olan tabii ruh ile nefis ve ene) bütün alem­lerle irtibatlıdır. İnsan maddi yapısı cihetiyle dünya hayatı içinde ölçülebilen müşahhas-mekân boyutlarına tabidir. Fakat madde ötesi yapısı cihetiyle sayısız boyutların ve âlemlerin etkisi altındadır. Ki insanın bilinmezliği işte bu boyutlarla ve âlemlerle olan ilgisinden dolayıdır. Her ne kadar belirtilen ko­nuda en doğru ve en sade açıklamalar asrımız sünühat (Kalbe gelen mânalar, doğuşlar) eserle­rinde ele alınmış bulunmaktaysa da, çağımız modern fizik alimleride, sözkonusu konularla ilgili yani madde ötesi varlıklar hakkında oldukça şaşırtıcı ve yukarıda belirtilen ifadeleri doğ­rulayıcı tespitler ortaya koymuş bulunmaktadırlar.

Şekil 2


Yukarda, dönen bir kare deliğe (vücudumuzdaki sinir sistemi aksonları gibi iletkenliğe haiz olan ve madde ötesi alemlerle irtibatı sağlayan yoğun elektrik ve manyetik akım yüklü tü­neller) giren bir Astronot için türlü tercihler yapma durumu mevcuttur.
  • Rotası, Yine kendi yaşadığımız âleme döner.
  • Rotası, bizi; yok edici nur (Tek kuvvet) âlemine götürür
  • Rotası,ışık hızını aşmak hâlinde geçişe müsaade eder’ki bu rota; yine madde-enerji için yasak, Madde ötesi Nurâni var­lıklar (Melekler) için müsaittir.
  • Rotası, Madde-Enerji için, geçişi mümkün olan yoldur. Ve iç – dış olay ufuklarının arasından geçerek başka âleme gö­türür
(E)   Rotası, Baktığımız şekle dik olan (Gözle sayfa arasındaki doğrultu) bir yol olup, kendi alemimize paralel başka aleme götürür. (Göğe çekilenlerin yolu)

Şekil (2) ile ilgili İslâm kaynaklarında belirtilen bir açıklama İslâm kaynaklarında belirtilen hayat mertebeleri ile Modern Fiziğin tespitlerinin birbirinden farklı olmadığı görülür.
Şöyle ki; islam kaynaklarında, yaşadığımız hayatla birlikte 5 hayat tabakası olduğu belirtilmektedir.
  1. Tabaka hayat: birçok şartlara bağlı olan maddi hayatı­mızdır. Yani içinde yaşadığımız uzaydır. Şekildeki (A)Bölgesidir.
  2. Tabaka hayat: Modern Fiziğin tespitlerinden olan, Kara-delikler vasıtası ile dünya hayatıyla irtibatlı 2 Nolu şekilde (D) bölgesi olarak gösterilen, dünya hayatı şartlarıyla mukayyed olmayan bir hayat tabakasıdır. Hz. Hızır ve Hz. İlyas (aleyhisselâm) bu hayatta yaşarlar, istedikleri an dünya’ya gelir, isterlerse yerler, içerler ama mecburiyetleri yoktur. İstemezlerse yemezler. Vela­yet yolu ile bu hayat tabakasına çıkılabilir. Hz. Hızır bu tabaka­ya çıkanlara ders vermektedir.
  3. Tabaka hayat : Yine karadelikler vasıtasıyla dünya hayatı ile irtibatı olan, 2. Hayat tabakasında farklı bir başka hayat ta­bakasıdır. Ki burada, vücud, canlılığını yitirmeden fakat letafet kesbetmiş olarak (Melekler gibi) yaşayabilmektedir. Zaman ötesi (Bast-ı zaman) yolculuk bu hayata geçişle vukua gelmekte­dir. Hz. İdris (aleyhisselâm) ile Hz İsa (aleyhisselâm), halen bu şekilde kendi uzay­larında yaşamaktadırlar. 2 nolu şekilde gösterilen (E)bölgesi, bu hayat tabakasına aittir.
  4. Tabaka hayat : Ulvi ruhların ve Şehidlerin zaman kavra­mından bihaber olarak huzur ve lezzet içinde yaşadıkları hayat­tır ki Şehidler ve Ulvi ruhlar}her biri dünyadaki hayatlarına ben­zer şekilde, fakat kedersiz, zahmetsiz olarak burada yaşarlar. 2 Nolu şekilde gösterilen (C) Bölgesidir. (Işık hızından hızlı varlıklar ancak bu bölgede yaşayabilirler.)
  5. 5.  Tabaka hayat : Kabir ehlinin yaşadığı ruhani hayattır. Ki bu hayat, müminler için bir istirahat yeri, mu’min olmayanlar için mutsuzluk ve başıboşluk içinde yaşama yeridir. Şekilde gösterilen(B)hölgesidir
Melekler; bütün hayat tabakalarında bulunurlar ve kendile­rine verilen görevleri ifa ederler.

1. RESİM PARALEL EVREN (Şekil 1)
2.RESİM PARALEL EVREN (Şekil 2)


KAYNAKÇA:

http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1696
http://www.allahvesistemi.org/ahmedhulusidekavramlar/kavramlar/ledun/
http://ismailhakkialtuntas.com/2012/09/12/madde-otesi/
http://www.fikih.info/kategoriler/muhtelif-konular/2428-ledun-ilminin-ince-meseleleri.html







2 yorum:

/* -----Bitiş-----*/